İkinci Camp David zirvesi ve ardından gelen "Aksa direnişi" herkesin uzun zamandır bildiği bir şeyi doğruladı: Kudüs, Arap ve İsrail müzakerecilerinin yüz yüze olduğu en karmaşık sorundur.
Sorun kısmen pratik: Filistinliler İsrail'in başkentinin gelecekte kuracakları kendi devletlerinin de başkenti olacağı konusunda ısrar ediyorlar ki, bu İsraillilerin kabul etmekten hiç hoşlanmadıkları bir şey. Ancak sorun çoğunlukla din ile ilgili: antik kentin Yahudiler ve Müslümanlar ile (Hıristiyanlar da buraya dahil, ama tabii, artık günümüzde Hıristiyanlar Kudüs ile ilgili bağımsız politik bir iddiada bulunmuyorlar) kutsal ilişkileri var ve her iki grup bu örtüşen kutsal alanlar üzerinde egemenlik sahibi olma konusunda ısrarcılar.
Kudüs'te teolojik ve tarihi iddialar önemli; bunlar şehrin tapusuna eşdeğer bir fonksiyona sahip ve doğrudan operasyonel sonuçları var. Bu yüzden Yahudiler ve Müslümanların şehre olan bağlantıları bir değerlendirme gerektiriyor.
Dini İddiaları Karşılaştırma
Yahudilerin Kudüs ile olan bağlantıları çok eski ve güçlü. Musevilik Kudüs'ü üç bin yıldan daha fazla bir süre önce kutsal bir şehir yaptı ve tüm bu süre boyunca Yahudiler bu konuda kararlı bir duruş sergilediler. Yahudiler Kudüs yönüne doğru dua ederler, dualarında sürekli olarak şehrin ismini zikrederler, Pesah Bayramını özlem dolu "Gelecek yıl Kudüs'te" sözü ile kapatırlar ve her yemeğin sonundaki şükranlarında şehrin ismini söylerler. Tapınağın tahrip edilmesi Yahudi bilincinde önemli bir yere sahiptir; anma, yas tutmak için özel bir gün, evlerin kısmen bitmemiş bırakılması, kadınların makyaj veya mücevherlerinin eksik olması ve düğünlerde bir bardağın parçalanması şeklinde olur. Buna ek olarak, Kudüs geçtiğimiz yüzyıl boyunca Yahudi devletinin tek başkenti ve Yahudi çoğunluğa sahip tek kent olarak önemli bir tarihi role sahip olmuştur. Mevcut belediye başkanının sözleriyle Kudüs "İkinci Tapınağın yıkılmasında beri geçen ikibin yılda Yahudilerin dua ettikleri, hayal kurdukları, ağladıkları ve uğruna öldükleri her şeyin en saf ifadesini" temsil eder.
Peki ya Müslümanlar? Kudüs İslam'ın ve Müslüman tarihin neresinde duruyor? Dua ettikleri bir yer değil, dualarda isminden bir kez bile bahsedilmez ve Muhammed'in hayatındaki hiçbir sıradan olayla bağlantısı yoktur. Şehir hiçbir zaman bağımsız bir Müslüman devletin başkenti olmadı ve hiçbir zaman da kültürel ve bilimsel bir merkez haline gelmedi. Müslümanların siyasi veri alımlarının çok küçük bir kısmı orada başlamıştır.
Bir kıyaslama bu noktayı en net şekilde ortaya seriyor: Kudüs Yahudi İncil'inde 669 kere, Siyon'da (genellikle Kudüs demektir, bazen de İsrail Toprağı anlamına gelir) 154 kere ya da toplamda 823 kere görünür. Hıristiyan İncil Kudüs'ten 154 ve Siyon'dan 7 kere bahseder. Buna karşın, köşe yazarı Moshe Kohn, Kudüs ve Siyon'un Kuran'da "Hindu Bhagavad-Gita, Taoist Tao-Te Ching, Budist Dhamapada ve Zerdüşt Zend Avest'a kadar" bir sıklıkta göründüğüne dikkati çekiyor, —yani bir kez bile görünmüyor.
Açıkça dini açıdan böyle önemsiz bir öneme sahip olan şehir, neden şimdi Müslümanlar açısından Müslüman Siyonizm'in Müslüman dünyanın her yerinde görünme noktasına kadar önemli bir yere sahip? Neden Filistinli protestocular caddelerde "Kanımızı ve ruhumuzu senin için feda edeceğiz Kudüs" ve Ürdün'deki kardeşleri "Kanımızı ve ruhumuzu Al Aksa için feda edeceğiz" diye bağırıyorlar. Neden Suudi Arabistan Kralı Fahd Müslüman devletlere "tüm dünyadaki bütün Müslümanlara ait olan kutsal şehri" koruma çağrısında bulunuyor. Neden anketler Amerikalı Müslümanlar için Kudüs'ü en acil dış politika meselesi olarak gösteriyor?
Politika yüzünden. Tarihsel bir anket politik bir öneme sahip olduğunda Kudüs'ün öneminin ve etrafını saran duyguların Müslümanlar için kaçınılmaz olarak yükseldiğini gösteriyor. Bunun tersine, Kudüs'ün faydası politik olarak geçerlilikten kalkınca şehrin durumu ve onunla ilgili tutum da geçerliliğini yitiriyor. Bu şablon ilk olarak Peygamber Muhammed'in hayatı sırasında yedinci yüzyılın başlarında görüldü. O zamandan beri beş farklı vesileyle tekrarlandı: yedinci yüzyılın sonlarında, on ikinci yüzyıldaki Haçlı seferlerinde, on üçüncü yüzyıldaki Haçlı seferlerinde, İngiliz egemenliği döneminde (1917-48) ve 1967 yılında İsrail'in şehri almasından beri. Böyle uzun bir süre içinde ortaya çıkan tutarlılık mevcut çatışma ile ilgili de önemli bir perspektif sağlıyor.
I. Muhammed Peygamber
Arapça edebi kaynaklara göre, Muhammed memleketi olan Mekke'den büyük bir Yahudi nüfusuna sahip olan Medine'ye M.S. 622 yılında kaçtı. Biraz daha önce değilse bile Medine'ye geldiğinde Kuran Yahudiler açısından dostça olan bazı uygulamaları kabul etti: Yom Kippur benzeri oruç, dua etmek için sinagog benzeri bir yer, helal et yeme izni ve Yahudi kadınlarla evlenme onayı. En önemlisi, Kuran Mekkelilerin İslam öncesi bir uygulama olan Kabe'ye, Mekke'nin ana camiinin ortasında bulunan küçük taş yapıya doğru dua etmelerini reddetti. Onun yerine, bir Yahudi pratiği olan yüzünü Tapınak Dağı'na dönerek dua etmeyi kabul etti. (Aslında Kuran yönden sadece "Suriye" olarak bahseder; diğer bilgiler Kudüs'ün kastedildiğini açıkça belirtmektedir.)
İslam'ın bu ilk kıblesi (namazın yönü) uzun ömürlü olmadı. Yahudiler yeni inancı eleştirdiler ve dostane İslami jestleri reddettiler; çok geçmeden de, muhtemelen 624 yılının başlarında Kuran onlarla bağını kesti. Bu değişiklikle ilgili açıklama, inananların artık Suriye'ye yönüne doğru değil de Mekke yönüne doğru dua etmeleri Kuran'ın bir ayetinde veriliyor. (2:142-52) nolu pasaj bu ani değişiklikle ilgili var olan soruları öngörerek başlar:
İnsanların idrakten yoksun kısmı diyecek ki: "Onların [Müslümanlar] önceden yöneldikleri kıbleden yüz çevirmelerine neden olan şey nedir?"
Sonra Allah cevap verir:
Daha önce kullandığınız kıbleyi sadece Peygamber'i [Muhammed] kimlerin takip ettiğini kimlerin [İslam'a] arkasını dönüp gideceğini test etmek için tayin ettik.
Başka bir deyişle, yeni kıble Müslümanları Yahudilerden ayırmak için bir yöntemdi. Artık, namazın yönü Mekke'ydi:
Şimdi sizi mutlu edecek bir kıbleye dönelim. Yüzünü Kutsal Camii [Mekke'de] yönüne dön. Nerede olursan ol, yüzünü o yöne çevir.
Ardından Kuran artık Yahudileri dikkate almamak noktasını tekrarlar:
Sen Kitap ehlinin [Yahudiler] önüne her türlü delili koymuş olsaydın bile, onlar senin kıblene yönelmezlerdi.
Akabinde Müslümanlar Kuran'ın açıklamalarında ima edilen noktayı, Kudüs'ün kıble olarak kabulünün Yahudi dönmeleri kazanmak için taktiksel bir hareket olduğunu kabul ettiler. Kuran'ın ilk Müslüman tefsircilerinden Tebari "Kitap Ehlini [Yahudiler] kazanmak için Kudüs'teki Kutsal Tapınağı seçti. ... ve Yahudiler mutluydular" der. Modern tarihçiler bu açıklamayı kabul ederler: Muhammed'in biyografisi konusunda önde gelen bir yazar olan W. Montgomery Watt peygamberin "Yahudilerin duyguları açısından sonuçları çok olan tavizini" biri "Yahudilerle uzlaşma arzusu" olan iki nedenin ışığında yorumluyor.
Kuran Kudüs'ü reddettikten sonra Müslümanlar da aynı şeyi yaptılar: Müslüman egemenliği altındaki Kudüs'ün ilk tanımı burayı 680 yılında ziyaret eden ve "[Müslümanların] dik kalasların ve büyük kirişlerin harap olmuş kalıntıların üstünde bir araya getirildiği yumurta şeklinde bir ibadethane" gördüğünü bildiren Galli hacı Piskopos Arculf tarafından yapılır. Son kez olmamak üzere güvenli bir şekilde Müslümanların denetimi altındaki Kudüs ihmal edilmişti.
Bu zaman dilimi yüzyıllar boyunca defalarca tekrarlanacak bir kalıbı sergiliyor: Baskılayıcı ama geçici endişeler yüzünden Müslümanlar düzenli olarak Kudüs ile ilgileniyorlar. Ardından bu endişeler ortadan kalktığında Kudüs'e yönelik odaklanma ortadan kalkıyor ve şehrin saygınlığı azalıyor.
II. Emeviler
Kudüs'e ilginin ikinci turu Şam merkezli Emevi hanedanlığının iktidarı (661-750) sırasında gerçekleşti. Mekke'de muhalif bir lider olan Abdullah b. Zübeyir 680 yılından 692 yılında ölümüne kadar olan sürede Emevilere karşı bir isyan başlattı. Zübeyir ile savaşırken Emevi yöneticiler Arabistan'ın pahasına Suriye'yi abartmaya (ve belki de Bizans İmparatorluğu'na karşı bir ordu toplanmasına yardım etmek için) çalıştılar. Şam'ı kutsallaştırmak için bazı adımlar attılar ama çoğunlukla kampanyaları İbrani Üniversitesi'nden Amikam Elad'ın belirttiği üzere Kudüs'ü "güçlendirmek ve yüceltmek" için gösterdikleri "muazzam" bir çabayı kapsıyordu. Kudüs'ü Mekke ile eşit yapmayı bile ummuş olabilirler.
İlk Emevi lider Muaviye Kudüs'ü halifeliğe yükseldiği yer olarak seçti; o ve onun ardından gelenler şehirde bir inşa programı içine girdiler—gösterişli dini yapılar, bir saray ve yollar. Emevilerin büyük olasılıkla Kudüs'ü siyasi ve idari başkentleri yapma planları vardı; gerçekten de Elad Kudüs ile ilgili o plan çerçevesinde davrandıklarını tespit eder. Ancak Kudüs esas olarak bir inanç şehridir ve İsrailli bilim adamı İzhak Hasson'un açıkladığı gibi "Emevi rejimi müstahkem mevkiine ve merkezine İslami bir atmosfer atfetmekle ilgiliydi." Bu amaca doğru (ve Hıristiyanlıkla rekabetinde İslam'ın varlığını kanıtlamak için) 688-91 yılları arasında Emevi halifesi İslam'ın ilk büyük yapısı olan Kaya Kubbesini tam Yahudi Tapınağı'nın olduğu yerde inşa etti. Bu göz alıcı bina İslam'ın ilk anıtsal kutsal binası değil ancak neredeyse orijinal biçimi ile günümüze kadar ayakta kalan tek yapısıdır.
Sonraki Emevi adımları incelikli ve karmaşıktı ve Hz. Muhammed'in cennete olan Gece Yolculuğunu (İsra) anlatan Kuran (17:1) ayetini not etmek için duraksamak gerekiyor:
Kulunu Mescid-i Haram'dan alıp daha uzaktaki camiye götüren Allah'ın şanı yücedir. (Subhana allathina asra bi-'abdihi laylatan min al-masjidi al-harami ila al-masjidi al-aqsa.)
Bu Kuran ayeti 621 yılı civarında ilk ortaya çıktığında Mekke'de Kutsal Cami [Mescid-i Haram] denilen yer zaten vardı. Aksine "daha uzaktaki cami' bir yer değil bir anlatım tarzıydı. İlk Müslümanların bazıları bunu mecazi olarak ya da cennette bir yer olarak algıladılar. "Daha uzaktaki cami" var idiyse, bir çok nedenden dolayı oranın Filistin olması olanak dışıydı. Bunlardan bazıları:
Kuran'ın başka bir yerinde (30:1) Filistin "en yakın toprak" (adna al-ard) olarak adlandırılır.
Filistin henüz Müslümanlar tarafından fethedilmemişti ve bir tane bile camiye sahip değildi.
Görünüşe göre "daha uzak cami" Arabistan içinde ya Medine ya da Mekke'den yaklaşık on altı kilometre uzakta Hz. Muhammed'in 630'da ziyaret ettiği Jirana diye bir kasabayı tanımlar.
Halife Ömer'in 638'deki Müslüman fethinden hemen sonra şehri ziyaretinin tarifi gibi Kudüs hakkındaki en eski Müslüman anlatımların hiçbirinde Tapınak Dağı Kuran'da "daha uzak cami" olarak tanımlanmaz.
Kaya Kubbenin içindeki 240 metre uzunluğundaki mozaik duvar süsünü oluşturan Kuran'ın 17:1 ayetinde yer almaz ve Gece Yolculuğu hikayesi, 692 yılında Kudüs'ün Gece Yolculuğunun kalkış noktası olduğu fikrinin oluşmadığını gösterir. (Gerçekten de, Kudüs'e atıfta bulunan Kuran'ın günümüze ulaşan ilk 17:1 ayeti on birinci yüzyıldandır.)
Hz. Muhammed'in yakın akrabası Muhammed bin Hanefiye'nin (638-700) peygamberin Kudüs'teki Kaya'ya ayak bastığı fikrini karaladığı alıntılanmıştır; Emevileri kast ederek söylediği "bu lanetli Suriyeliler kayaya sadece bir kişi, İbrahim, ayak basmasına rağmen Allah'ın ayağını Kudüs'teki Kaya'ya bastığını iddia ederler."
Daha sonra, 715 yılında kendi egemenliklerini prestijli bir hale getirmek için Emeviler en zekice şeyi yaptılar: Kudüs'te, yine Tapınak Dağı'nda ikinci bir ibadethane inşa ettiler ve buna Daha Uzak Cami (Mescid-i Aksa, Al-Aksa Cami) adını verdiler. Böylelikle Emeviler geriye dönük olarak şehire Muhammed'in yaşamında bir rol verdiler. Mescid-i Aksa aracılığı ile Kudüs ile kurulan bu bağ Müslümanların Kuran'da isimleri bulunan yerleri tanımlama eğilimine uyar: "Kuran nerede bir olayın adından bahseder ise her nasılsa, her neredeyse ve herhangi bir kimsenin bunun ne olduğunu bildiğine dair hikayeler icat edilmiştir."
Filistinli tarihçi A. L. Tibawi, tüm mantığa rağmen (Kuran indikten neredeyse bir asır sonra inşa edilen bir cami Kuran'ın ne demek istediğini nasıl saptayabilir?) gerçek Al Aksa Cami'ni inşa etmek "Kuran'da kullanılan figüratif bir isme gerçeklik verdi" diye yazıyor. Ayrıca Kudüs'ü Kuran'a post hoc olarak sokmanın ve onu İslam için daha merkezi hale getirmenin çok önemli bir etkisi vardı. Ayrıca diğer değişikliklere de neden oldu. Bazı Kuran pasajları Kudüs'e atıfta bulunmak için yeniden yorumlanmıştı. Kudüs Kıyamet Günü'nün gerçekleşeceği yer olarak görülmeye başladı. Emeviler şehrin dini olmayan Roman ismini Aelia Capitolina (Arapça'da İliya) bir kenara bırakıp Yahudi tarzı ya Al-Quds (Kutsal) ya da Bayt al-Maqdis (Tapınak) gibi isimlerle değiştirdiler. "Kudüs'ün erdemlerini" öven bir janra yazarının "Siyonist" olarak adlandırmaya kalkıştığı bir edebiyat biçiminin sponsorluğunu üstlendiler. Peygamberin Kudüs lehine söylediklerinin veya yaptıklarını (Arapça'da hadis, İngilizceye sıklıkla "Gelenekler" olarak çevriliyor) anlatan ve bazılarının kenti Mekke ile eşit tuttuğu hikayeler bu dönemde ortaya çıktı. Hatta haccın Mekke'den Kudüs'e taşınması için çabalar bile vardı.
Bilim adamları Emevilerin kutsal kente bir Müslüman varlığı sokma motivasyonunun kesinlikle faydacı bir amacı olduğunu kabul ediyorlar. Iraklı tarihçi Abdül Aziz Duri bu eylemlerinin arkasında "politik nedenlerin" bulunduğunu düşünüyor. Hasson da aynı fikirde:
Kaya Kubbesi ve Al Aksa camisinin inşaatı, Emevilerin Tapınak Dağı üzerinde kurduğu ritüeller ve kentin kutsallığı ile ilgili İslam kaynaklı Hadislerin yayılması ve bunların hepsi Müslümanlar arasında Kudüs'ün yüceltilmesinin temelini oluşturan politik motiflere işaret etmektedir.
Bu yüzden, Emevilerin politik olarak esinlenmiş bir program inşa etmeleri Kudüs'ün İslami olarak kutsallaştırılmasına yol açtı.
Abbasi İktidarı
Ardından Emevilerin 750'de batması ve halifenin başkentinin Bağdat'a taşınması ile "emperyal himayecilik ihmal edilir oldu" ve Kudüs neredeyse bir bilinmezliğin içine düştü. Takip eden üç buçuk asır boyunca kenti öven kitaplar gözden düştü ve görkemli binaların inşaatı sona ermekle kalmadı, var olanlar da parçalandı (Kaya Kubbesi 1016 yılında çöktü). Al Aksa Caminin onarım masraflarını ödemek için kubbenin üstündeki altınlar söküldü. Şehir duvarları çöktü. Daha da kötüsü, yeni hanedanın yöneticileri New York Üniversitesi'nden F. E. Peters'ın deyimiyle "aç gözlülükleri ve özensiz kayıtsızlıkları" ile Kudüs'ün ve bölgenin kanını emdi. Şehir savaş alanı haline gelme noktasına kadar düştü. Onuncu yüzyılda Müslüman bir Kudüs yerlisi bu durumdan "bir kaç tane bilgili adam ve sayısız Hıristiyan" diye sızlandı. Sadece mistikler şehri ziyaret etmeye devam ettiler.
Tipik bir notta, bir diğer onuncu yüzyıl yazarı şehri, Filistin'in idari merkezi olarak hizmet veren küçük ve önemsiz bir kasabaya atıfta bulunarak, "Ramla'ya bağlı taşra kasabası" olarak tanımlıyor. Büyük tarihçi S. D. Goitein, Yakut'un coğrafya sözlüğünün Basra'dan 170, Şam'dan 100 ve Kudüs'ten söz arasında bir kez bahsettiğine dikkat çekiyor. Bundan ve diğer kanıtlardan Müslüman iktidarın ilk altı yüzyılı boyunca "Kudüs çoğunlukla ayak altı olmayan bir taşra kasabasının hayatını yaşadı, aç gözlü memurların ve ileri gelenlerin haraçlarına, sıklıkla da fitneci köylülerin veya göçebelerin elinde sıkıntılara teslim edildi. ... Kudüs kesinlikle İslam bilimleri ya da diğer her hangi bir alanda bir mükemmelliğe sahip olamazdı" sonucuna varıyor.
Peters, onuncu yüzyılın başı itibarıyla Kudüs'teki "özel politik bir öneme sahip olmayan" Müslüman iktidarın "neredeyse ilgisiz" bir niteliğe sahip olduğuna dikkat çekiyor. Daha sonra "İslam'ın Thomas Aquinas'ı" olarak adlandırılan Gazali de 1096 yılında Kudüs'ü ziyaret etmiştir ama bir kez bile Haçlı seferlerinin yolda olduğundan bahsetmez.
III. Erken Haçlı Seferleri
1099 yılında Kudüs'ün Haçlılar tarafından fethi başlangıçta Müslümanlar arasında oldukça hafif bir tepkiye yol açtı. Frenkler çok fazla dikkat çekmediler; Haçlılar tarafından işgal edilen kentlerde yazılan Arap edebiyatı onlara değinmemişlerdir bile. Vaktiyle İskoçya St. Andrew Üniversitesi'nde hocalık yapan Robert Irwin böylelikle, "cihad çağrıları dikkate alınmadı" diye yazıyor. İbrani Üniversitesi'nden Emmanuel Sivan "kimse ne bir şok ne dini bir kayıp ne de aşağılanma hissi tespit etmedi" diye ekliyor.
Kudüs'ü yeniden geri alma çabaları 1150 yılı civarında ciddiyet kazanırken Müslüman liderler cihad duygularını Kudüs ile ilgili hassasiyetleri yükselterek uyandırmaya çalıştılar. Propagandacıları ellerindeki araçları kullanarak (hadisler, "Kudüs'ün erdemleri" kitapları ve şiirleri) Kudüs'ün kutsallığını ve Müslüman yönetime dönmesinin aciliyetini vurguladılar. Yeni çıkmış hadisler Kudüs'ü İslam inancı için her zamankinden daha önemli hale getirdi; içlerinden bir tanesi Hazreti Muhammed'in ağzından konuşuyormuş gibi yaparak ölümünden sonra Kudüs'ün gavurların eline düşmesinin İslam'ın karşı karşıya olduğu en büyük ikinci felaket olduğunu söylüyordu. 1100-50 arasındaki dönemde bir tane bile "Kudüs'ün erdemleri" ile ilgili kitap basılmazken, takip eden yarım yüzyıl boyunca pek çok kitap yayınlandı. Sivan 1160'lı yıllarda "Kudüs propagandasının geliştiğine" ve Selahaddin (Mısır Sultanı) 1187 yılında Müslümanları Kudüs'te zafere götürürken "propaganda kampanyasının .... galeyan seviyesine ulaştığına" dikkat çekiyor. Haçlı rakibine yazdığı bir mektupta Selahaddin şehir ile ilgili olarak şunu yazar: "size neyse bize de o. Hatta bizim için çok daha önemli."
Yeniden fethetmenin ışıltısı takip eden bir kaç asır boyunca parıldamaya devam etti; örneğin Selahaddin'in soyundan gelenler (1250 yılına kadar iktidarda kalan Eyyubi hanedanı olarak da bilinir) Kudüs'te büyük bir inşa ve restorasyon programına girdiler ve böylelikle şehre daha fazla bir Müslüman karakter aşıladılar. Bu noktaya kadar, İslami Kudüs Tapınak Dağı'ndaki türbelerden oluşuyordu, şimdi ise ilk kez özellikle çevre şehirlerde İslami binalar (Sufi dergahlar, okullar) inşa ediliyordu. Bu dönemde aynı zamanda Princeton Enstitüsü Araştırmalar Merkezi'nden Oleg Grabar'ın işaret ettiği üzere Kaya Kubbesi Muhammed'in Gece Yolculuğu sırasında kesin olarak cennete yükseldiği (miraç) yer olarak da görülmeye başladı: eğer "en uzak cami" Kudüs'te ise o zaman daha sonra cennete yaptığı ziyaretler de Tapınak Dağı'nda—İsa'nın cennete yükseldiği düşünülen kayanın üzerinde gerçekleşti.
IV. Eyyubiler
Ancak tekrardan Müslüman iktidarın eline düştüğünde, Kudüs'e olan ilgi yeniden düştü; McGill Üniversitesi'nden Donald P. Little "Kudüs'ün Mısır ya da Suriye'de yerleşik olan bir imparatorluğun güvenliği için elzem olmadığı kısa zamanda ortaya çıktı. Bu nedenle, siyasi ve askeri krizler zamanında şehir harcanabilir olduğunu kanıtladı" diye yazıyor. Özellikle 1219 yılında Avrupalılar Beşinci Haçlı Seferi sırasında Mısır'a saldırdığında, Frenklerin şehri duvarları ile birlikte alacağından korkan ve "orada buldukları herkesi öldürecekler ve Şam'ın ve İslam topraklarının kaderi ellerinde olacak" diyen Selahaddin'in torunu El Muazzam Kudüs'ün etrafındaki surları yerle bir etmeye karar verdi. Kudüs'ün surlarının yıkılması şehirden kitlesel bir göçün başlamasına ve baş aşağı inişine neden oldu.
Ayrıca aynı zamanda Mısır ve Filistin'in Müslüman yöneticisi El Kamil (Selahaddin'in diğer torunu ve El Muazzam'ın kardeşi) Avrupalılara Mısır'ı terk etmeleri karşılığında Kudüs'ü vermeyi teklif etti ama teklifin alıcısı olmadı. On yıl sonra 1229'da El Kamil Kudüs'ü İmparator 2.nci Frederick'e bıraktığında böyle bir anlaşmaya ulaşıldı ve karşılığında Alman lider El Kamil'e şimdi rakip bir kral olan El Muazzam'a karşı askeri yardım sözü verdi. El Kamil Tapınak Dağı'nın Müslüman ellerde kalmasında ve "İslam'ın tüm uygulamalarının" orada uygulanmaya devam etmesinde ısrar etti ve Frederick bu şartı yerine getirdi. Frederick ile yaptığı bu anlaşmaya atfen El Kamil Kudüs'ün dikkat çekici bir şekilde bu durumu belli eden tanımında şunları yazdı: "Frenklere sadece kiliseleri ve evleri yıktığımı itiraf ettim." Diğer bir deyişle, 1187 yılında Selahaddin tarafından kahramanca ele geçirilen şehir kırk-iki yıl sonra torunu tarafından gönüllü olarak satıldı.
Kudüs'ün Hıristiyanlara geri döndüğünü öğrenince Müslümanlar beklendiği üzere yoğun duygular hissettiler. Mısırlı bir tarihçi daha sonraları şehrin kaybedilişi "Müslümanlar için büyük bir talihsizlikti ve tüm suç El Kamil'e yüklendi ve bu serzenişler pek çok yerde küfür ve kötüleme şeklindeydi" diye yazdı. 1239 itibarıyla, bir diğer Eyyubi yönetici Nasır Davud Frenkleri şehirden kovmayı başardı.
Ancak o da sonradan akrabalarından birine yardım etme karşılığında şehri Haçlılara geri verdi. Bu kez Hıristiyanlar İslami kutsallara daha az saygılıydılar ve Tapınak Dağı camilerini kiliseye çevirdiler.
Ancak onların işgali de fazla sürmedi, 1244 yılı geldiğinde Filistin'in Orta Asya'dan gelen birlikler tarafından işgali Kudüs'ü yine Eyyubilerin yönetimi altına geçirdi ve şehir yedi asır boyunca güvenli bir şekilde Müslüman iktidarın altında kaldı. O zamanki Eyyubi lider Salih Eyyub'un oğluna yazdığı bir mektupta açıkladığı üzere Kudüs zamanın Realpolitik'i içinde bir piyon olmaya devam etti: eğer Haçlılar seni Kahire'de tehdit ederlerse ve senden Filistin ve Kudüs'ün kıyılarını talep ederlerse, "Mısır'a ayak basmamaları şartıyla bu yerleri hiç beklemeden onlara ver."
Burada var olan psikoloji dikkate değer: Hıristiyan şövalyelerin Kudüs'ü başkent yapmak için uzak topraklardan gelmesi şehri Müslümanların gözünde daha değerli hale getirdi. Silvan bu durumu şöyle açıklıyor: "İnancın düşmanları tarafından güçlü bir şekilde istenen bir şehirdi ve bu yüzden bir bakıma Müslümanların kalbinde önemli bir yere sahip bir ayna sendromu haline geldi. Ve böylece çatlak fikirler güçlü bir hassasiyetle karıştı; politik zorunluluk Müslümanların Kudüs'ü daima İslam'ın en kutsal üçüncü şehri olarak görmelerine neden oldu (üçüncü cami).
Memluk ve Osmanlı İktidarı
Memluk dönemi boyunca (1250-1516) Kudüs her zamanki belirsizliğine geri döndü—hanedanı olmayan, ekonomik olarak tembel, kültürel olarak durgun bir başkent—ancak İslami bir yer olarak yeni kazandığı prestij bozulmadan kaldı. Ayrıca Kudüs sürgündeki politik liderler için de tercih edilen bir yerdi ve Mısır'a yakınlığı ve 1219'da yıkıldığı ve üç asırdan fazla bir zamandır yeniden inşa edilmediği için ve duvarlarla çevrili olmaması nedeniyle yağmacılar için kolay bir avdı. Bu kodamanlar bir araya geldiklerinde şehirde İslam'ı yeniden oluşturma etkisine sahip olan dini kurumlara özellikle dini okullara gelir bağlıyorlardı. Ancak genel ilgisizlik daha fazla çöküşe ve yoksulluğa dönüştü. Tapınak Dağı kutsalları da dahil olmak üzere büyük binaların pek çoğu terkedilmiş ve şehrin nüfusu azaldıkça harabeye dönüşmüştü. Bir on-dördüncü yüzyıl yazarı Kudüs'ü ziyaret eden Müslümanların azlığından şikayet eder. Memluklular Kudüs'ü öyle kötü bir şekilde tahrip ettiler ki, iktidarlarının sonunda kentin tüm nüfusu 4,000 sefil cana karşılık geliyordu.
Osmanlı dönemi (1516-1917) Muhteşem Süleyman'ın 1537-41 yılları arasında şehrin duvarlarını yeniden inşa etmesi ve Kudüs'e para akıtmasıyla (örneğin, su kaynakları temin etmesi) harika bir başlangıca tanık oldu, ancak her şey tekrardan hızla özüne döndü. Kudüs bu kez kentin sakini olmayan bir yıllık (ve oldukça açgözlü) görevliler için bir vergi çiftliği gibi kullanılma rezaletinin cefasını çekti. 1806 yılında Fransız gezgin François-René Chateaubriand paşanın Kudüs'ü tükettikten sonra ayrıldığını gözlemledi. Zaman zaman bu açgözlülük isyanlara neden oldu. Türk yetkililer Avrupalı ziyaretçileri ekonomik olarak oyarak kendileri için para topladılar; genel olarak bu durum Kudüs'te şehir ekonomisini teşvik etmek için diğer şehirlerde olduğundan çok daha az çaba göstermelerine neden oldu. Vergi kayıtları sadece sabun ihracatı yapıldığını gösteriyor. Kudüs o kadar önemsizdi ki, bazen Nablus veya Gazze valiliğinin sıradan bir eklentisi gibiydi. Bilim de gelişmiyordu: 1670 yılında bir gezgin standartların öylesine düşmüş olmasından dolayı El Aksa camiinde vaizin sıradan düşük bir edebi Arapça ile konuştuğunu bildiriyor. Erken dönemlere ait pek çok dini okul ortadan kayboldu. 1806 yılına gelindiğinde nüfus tekrardan düştü, bu kez sayı 9,000 kişinin altındaydı.
Tarihçi James Parkes, bu uzun dönem boyunca Müslümanların Kudüs'ü görmezden gelmeyi başarabildiğini yazıyor, çünkü Müslüman yönetimin güveni altındaki şehir "orada olan bir şeydi ve Müslümanlar şehrin her zaman orada olmayacağını akıllarına getirmediler." Bu yüzyıllarda Kudüs'teki batılı hacılardan, turistlerden ve diplomatlardan gelen sayısız rapor şehrin berbat durumundan bahsediyordu. 1611 yılında George Sandys "Her yerde çöpler yatıyor; (bir kaçı hariç) eski binaların hepsi mahvolmuş, yeninin ise hor görüldüğünü" bulguluyor. Pek çok bilimsel gözlemciden biri olan Constantin Volney 1784 yılında Kudüs'ün "duvarlarının yıkılmış, hendekleri enkaz dolu, şehrin nefesisin çevresindeki yıkıntılarla kesilmiş" olduğuna işaret ediyor. Chateaubriand bu konuda, "Nasıl bir çaresizlik ve sefalet!" diye yazmıştır. Madam Bovary'nin ününü taşıyan Gustav Flaubert Kudüs'ü 1850 yılında ziyaret etti ve "Yıkıntılar her yerde ve her yerde mezarların kokusu var. Sanki Tanrı'nın laneti şehrin üzerinde dolaşıyormuş gibi görünüyor. Üç dinin Kutsal Şehri sıkıntıdan, terkedilmekten ve ihmalden dolayı çürüyor" diye dikkat çeker. 1857 yılında Herman Melville "Bahtsızlar cennetin favorileridir" yorumunu yapmıştır. 1867 yılında Mark Twain Kudüs'ün "tüm eski haşmetini kaybetmiş ve fakir bir köy haline gelmiş"* olduğunu söyledi.
İngiliz hükümeti Birinci Dünya Savaşı sırasında Kudüs ile ilgili minimal Müslüman ilgiyi kabul etti. 1915-16 yılları arasında Mekkeli Şerif Hüseyin ile Osmanlılara yönelik Arap isyanları koşulları ile ilgili yaptıkları müzakerelerde Londra Kudüs'ü Araplara verilen bölgeler içine dahil etme kararı verdi, çünkü İngiliz arabulucu Henry McMahon'un belirttiği gibi, "Arapların hayatı önem atfettiği" Şam'ın "daha güneyinde ... yeterli öneme sahip ... başka bir yer yoktu."
Beklendiği üzere 1917 yılında Türk derebeyleri Kudüs'ün için savaşmak yerine Kudüs'ü İngiliz birliklerinin gelmesinden hemen önce boşaltarak terk ettiler. Bir anekdot kutsal şehri yok etmeye hazır olduklarını bile gösteriyor. Osmanlı komutanı Cemal Paşa Avusturyalı müttefiklerine "Kudüs'ü cehenneme göndermeleri" talimatını verdi. Bu yüzden Avusturyalılar iki gün boyunca bombardımana yetecek kadar mühimmatla silahlarını Kaya Kubbesi'nin üzerinde denediler. Gazeteci Pierre van Paassen'e göre, kubbe İslam'ın kutsal yerlerine yaylım ateşiyle yaklaşan İngiliz birliklerine karşılık verme yerine "kendi silahlarını sessizce kaldıran ve İngiliz hatlarına yürüyen" Avusturya ordusuna mensup Yahudi topçu kaptanı Marek Schwartz sayesinde hala ayakta duruyor.
V. İngiliz Hükümranlığı
İsrailli akademisyen Hava Lazarus-Yafeh Kudüs'ün modern zamanlarda "[yirminci] yüzyılın başlarında dini ve siyasi Arap faaliyetlerinin odak noktası haline geldiğine" dikkat çekiyor. Değişikliği temel olarak "şehirdeki yenilenmiş Yahudi hareketliliğine ve Yahudiliğin Batı Ağlama Duvarı ile ilgili iddialarına" yoruyor. Şehirdeki 1917'den 1948'e kadar süren İngiliz iktidarı Kudüs ile ilgili yeni bir tutkuyu canlandırdı. Arap siyasetçiler İngiliz Mandacılığı süresince Kudüs'ü gidilecek önemli bir yer haline getirdiler. Iraklı liderler sıklıkla Kudüs'e geldiler, Al Aksa camisinde açık açık dua ettiler ve duygusal konuşmalar yaptılar. En ünlüsü Irak Kralı Faysal şehri ziyaret etti ve Tapınak Dağı'na şehre 638 yılında ilk fethedildiğinde Halife Ömer'in şehre girmek için kullandığı kapıyı kullanarak törenle girdi. Iraklıların müdahilliği ayrıca Kudüs'te bir İslam üniversitesi kurmak için kaynak toplamayı ve Kudüs'te bir konsolosluk ve bir danışma ofisi açmayı da içeriyordu.
Filistinli lider (ve Kudüs müftüsü) Hacı Emin el Hüseyni Tapınak Dağı'nı kendisinin Siyonizm karşıtı siyası çabalarının merkezine aldı. Hüseyni 1931 yılında Filistinlilerin adına küresel Müslüman düşüncesini mobilize edecek uluslararası bir kongre için Kudüs'e bir grup Müslüman kodaman getirdi. Ayrıca Siyonizm karşıtı kampanyasına uluslararası düzeyde Müslüman desteği bulmak için Kudüs'teki İslami kutsal yerlerin cazibesini kullandı. Örneğin, bazı Arap ülkelerinde Kaya Kubbesini ve Al Aksa camisini restore etmek için zaman zaman Davut Yıldızı altındaki Kaya Kubbesinin fotoğraflarını göndererek para toplama faaliyetinde bulundu. Çabaları bu anıtları eski ihtişamlarına kavuşturacak fonu temin etmeyi başardı.
Belki de ruh halindeki değişimin en belirgin göstergesi Hz. Muhammed'in atını Tapınak Dağı'nın batı duvarına bağladığı iddiasıydı. Shmuel Berkowitz tarafından belirlendiği üzere, yüzyıllar boyunca Müslüman alimler peygamberin atını doğu ya da güney duvarlarına bağladığı konusunda çeşitli teorilere sahiptiler—ancak hiçbiri Batı Duvarındaki 1929 yılındaki Müslüman-Yahudi çatışmasından önce böyle bir olayı batı tarafı ilişkilendirmemişti. Bir kez daha, siyaset Kudüs ile ilgili Müslüman dindarlığını tetikledi.
Ürdün İktidarı
Ürdün'ün Kudüs üzerindeki İngiliz ve İsrail dönemleri arasına sıkışan 1948-67 yılları arasındaki iktidarı yararlı bir vaka-kontrol çalışması sunar; beklendiği gibi, Müslümanlar (kutsal alanların bulunduğu) Eski Şehri aldıklarında ilgilerini dikkat çekici bir şekilde kaybetmişlerdi. Başta—aynı yılın Kasım ayında Kıpti piskoposun Kral Abdullah'ı "Kudüs'ün Kralı" olarak taçlandırmasının kanıtlandığı üzere—Ürdünlüler 1948'de duvarlara çevrili şehri ele geçirdiğinde bir heyecan kıpırtısı yaşandı ama ardından bilindik bıkkınlık yerleşti. Haşimiler en kötü düşmanlarının yaşadığı ve 1951'de Abdullah'ın suikasta kurban gittiği Kudüs'e çok az bir yakınlık duyuyorlardı. Aslında Haşimi halkı kutsal şehrin önemini başkentleri Amman lehine azaltmak için yoğun bir çaba sarf ettiler. Kudüs İngiliz idari başkenti olarak hizmet vermişti ama şimdi oradaki (turizm dışındaki) tüm hükümet büroları kapatılmıştı; Kudüs artık Batı Şeria'nın diğer kısımları üzerinde bile otorite sahibi değildi. Ürdünlüler bazı lokal kuruluşları da kapattılar (mesela Arap Yüksek Komitesi, Yüksek Müslüman Konseyi) ve diğerlerini de Amman'a taşıdılar (vakıf hazinesi ya da dini yardım).
Ürdünlülerin çabaları meyve verdi; bir kez daha Arap Kudüs'ü Nablus'tan daha az önemli olan izole bir taşra kasabası oldu. Ekonomi öyle durgunlaştı ki, binlerce Kudüslü Arap kasabayı terk etti: Amman'ın nüfusu 1948-67 arasında beşe katlanırken Kudüs'ün nüfusu sadece yüzde 50 büyüdü. Banka kredisi almak Amman'a gitmek demekti. Amman ülkenin ilk üniversitesine ve kraliyet ailesinin pek çok konutuna ev sahipliği yapma ayrıcalığına sahipti. Bir kodamanın kraliyet konutlarıyla ilgili yaptığı şikayetin gösterdiği üzere Kudüslü Araplar ne olup bittiğini çok iyi biliyorlardı: "bu saraylar Kudüs'te inşa edilmeliydi ama buradan kaldırıldılar, böylelikle Kudüs bir şehir olarak değil bir köy olarak kalacaktı." Doğu Kudüs Belediye Meclisi Ürdünlü otoriterlerin şehre yönelik ayrımcı tavırlarıyla ilgili olarak iki kez resmi şikayette bulundu.
Belki tüm bunların en alçaltıcı olanı Kudüs'ün dini duruşundaki düşüş oldu. Camiler yeterli kaynaktan yoksundu. Ürdün radyoları Cuma namazlarını Al Aksa Cami'nden değil Amman'daki yeni bir camiden yayınlıyorlardı. (İroniktir, İsrail radyosu 1967'deki İsrail zaferinden hemen sonra Al Aksa'dan yayına başladı.) Bu daha büyük bir resmin parçasıydı, Ürdünlü otoriteler şehri yıkarken bile Kudüs'ün kontrolüne sahip olmanın avantajından yararlanmak istediler: Marshall Breger ve Thomas Idinopulos Kral Abdullah'ın "kendisini kutsal yerlerin koruyucusu olarak dizayn etmesine rağmen Kudüs'ün Müslümanlar için olan dini önemini tanıtmak için çok az çaba sarf etmiş" olduğuna dikkat çekiyorlar.
Ürdünlü liderler Kudüs'ü görmezden gelme konusunda yalnız değillerdi: şehir Arap diplomatik haritasından neredeyse kayboldu. Malcom Kerr'in bu dönemde Araplar arasındaki ilişkiler üzerine iyi bilinen araştırmasının (Arap Soğuk Savaşı) bir kez bile şehirden bahsetmediği görülüyor. Ürdün'ün Doğu Kudüs'ü kontrol ettiği on-dokuz yıl boyunca hiçbir Arap lider Kudüs'ü ziyaret etmedi. Kral Hüseyin (1952-99) çok nadir şehri ziyaret etti. Suudi Arabistan Kralı Faysal 1967'den sonra sık sık Kudüs'te dua etme arzusundan bahsetti ama fırsat olduğunda bir kez bile orada dua etme zahmetine girmedi. Belki de en kayda değer olanı, 1964 yılında yazılan Filistin Ulusal Sözleşmesi olarak bilinen FKÖ'nün kuruluş belgesinin Kudüs'ten bir kez bile bahsetmemiş olması ve hatta üstü kapalı olarak bile değinmemiş olmasıdır.
VI. İsrail İktidarı
Bu ihmalkarlık 1967 Haziran'ından sonra Eski Şehir İsrail kontrolü altına girdiğinde aniden son buldu. Filistinliler tekrardan Kudüs'ü siyasi programlarının merkezi haline getirdiler. Kaya Kubbesinin resimleri Yaser Arafat'ın ofisinden köşedeki bakkal dükkanına kadar her yerde görünmeye başladı. Kudüs ile ilgili sloganlar çoğaldı ve şehir hızla tek başına Arap-İsrail çatışmasının en duygusal sorunu haline geldi. FKÖ 1964'deki yanlışını 1968 anayasasında Kudüs'ten özellikle "Filistin Kurtuluş Örgütü'nün merkezi" olarak bahsederek giderdi.
Lazarus-Yafeh "Haçlılar döneminde olduğu gibi" Müslüman liderlerin "tekrardan İslami gelenekte Kudüs'ün kutsallığını vurgulamaya başladıklarına" dikkat çekiyor. Hatta bu süreçte bazı iddialardan (örneğin işgal kuvvetlerinin şehre olan dini bağlantılarını reddetmek) ve bu iddiaları desteklemek için aynı hadislerin bazılarından yararlandılar. Müslümanlar tekrardan Kudüs'e Yahudilerin bağlılığını yankılamaya başladılar: Arafat Kudüs'ün "hislerimizin, halkımızın hislerinin, dünyadaki bütün Arapların, Müslümanların ve Hristiyanların hislerinin en derininde" olduğunu ilan etti. Abartılmış beyanlar norm haline geldi (Kudüs'ün şimdi Mekke ve Medine ile "kutsallıkta karşılaştırılabilir" ve hatta "en kutsal yerimiz" olduğu ifadeleri kullanıldı." Kudüs Arap Ligi ve Birleşmiş Milletler kararlarında düzenli olarak geçmeye başladı. 1967'den önce Kudüs dini vakfına karşı cimri olan Ürdün ve Suudi hükümetleri şimdi cömertçe katkıda bulundular.
Kudüs'e yapılan bu vurguda Filistinliler yalnız değildiler: şehir yeniden uluslararası Müslüman düşüncesini mobilize etmek için güçlü bir araç olarak hizmet verdi. Bu özellikle Kral Faysal 1969 yılında Al Aksa Camii'ni Müslümanlar için Birleşmiş Milletler benzeri bir kuruluş olan İslam Konferansı Örgütü kurmak ve 25 Müslüman devlet başkanını bir araya getirme yönünde bir itici güç olarak kullandığında netlikle ortaya çıktı.
Lübnan'da köktenci bir grup Hizbullah Kaya Kubbesinin resimlerini duvar posterlerinden atkılara kadar her yerde betimliyor ve resmin altında sıklıkla sloganını tekrarlıyor: "İlerliyoruz." Lübnan'ın önde gelen Şii otoritesi Muhamma Husayn Fadlallah kendi halkını etkilemek için Kudüs'ü İsrail kontrolünden kurtarma temasını düzenli olarak kullanıyor; biyografi yazarı Martin Kramer bunu boş vaat vermek nedeniyle değil "İslam için Lübnan'ı özgürleştirme hareketini seferber etmek için" yapıyor diye açıklıyor.
Benzer şekilde İran İslam Cumhuriyeti "Kudüs Müslümanların mülküdür ve onlara geri verilmelidir" diyen kurucusu Ayetullah Humeyni'nin emrini takip ederek Kudüs'ü merkezi bir mesele haline getirdi. Rejimin kurulmasından kısa bir süre sonra, 1 demir rial ve 1,000 kağıt rialin üzerinde Kaya Kubbesinin resmi basıldı (utanç verici bir şekilde kağıt para üzerinde "Al Aksa Camii" etiketlenmişti.) 1980'de Saddam Hüseyin'in ordusu ile savaş halinde olan İranlı askerler Irak üzerinden Kudüs'e doğru geçişlerini gösteren basit haritalar aldılar. Ayetullah Humeyni Ramazan'ın son Cuma'sını Kudüs Günü ilan etti ve bu anma töreni Türkiye, Tunus ve Fas da dahil olmak üzere pek çok ülkede İsrail karşıtı nutuklar atılması için büyük bir fırsat oldu. İran İslam Cumhuriyeti bu bayramı Kudüs'ten manzaralarla birlikte teşvik edici sloganların olduğu pul ve posterlerle kutluyor. 1997 Şubat'ında 30,000 kişilik bir kalabalık Kudüs Günü'nü Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani gibi saygınların huzurunda kutladı. Kudüs Günü Dearborn Michigan gibi en uzak yerlerde de (bir dizi nutuk, sergi, folklor gösterisi ve gençlik programı ile birlikte) kutlanmakta.
Müslümanların Kudüs'e tutkuyla bağlı olma iddiaları yayıldıkça, şehire yapılan Müslüman haclar son yıllarda dörde katlandı. Yeni bir "Kudüs'ün erdemleri" edebiyatı gelişti. Kudüs Müslümanlar için öyle duygusal bir konu haline geldi ki, (özellikle Batı dillerinde) şiir kitapları yazıyorlar. Siyasi alanda Arapça konuşanlar için Kudüs benzersiz bir şekilde birleştirici bir unsur halini aldı. Kıdemli bir Arap diplomatı 2000'in sonlarında "Kudüs Arapları birleştiren tek konu gibi görünüyor. Kudüs bir şiar" dedi.
Kudüs'e duyulan bu tutku zaman zaman Mekke'nin merkeziyetini bile zorlamakta. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah gibi önemli bir karakterin defalarca "Kudüs kutsal Mekke şehri gibidir" dediği söylemiştir. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah daha da ileri giderek büyük bir konuşmasında şunları söyledi: "Filistin'den vazgeçmeyeceğiz. Filistin'in tümü ve Kudüs tüm cihad savaşçılarının dualarını yönlendireceği bir yer olarak kalacak."
Şaibeli İddialar
Bu şiddetli duyguların yanısıra Kudüs ile ilgili İslami iddiayı destekleyen tarihsel anlamda şaibeli dört iddia ortaya çıkmıştır.
İslam'ın Kudüs ile bağlantısı Yahudilerden daha eskidir. Filistinli diyanet vakfı "bakanı" Kudüs'ün "her zaman" Müslüman egemenliği altında olduğunu iddia ediyor. Aynı şekilde polemikçi Ghada Talhami "İslam'da başka kutsal şehirler de vardır ama Kudüs'ün kaderi daima Müslümanların kaderi iç içe geçtiğinden Müslümanların gönlünde ve zihninde özel bir yere sahiptir" diye iddia ediyor. Her zaman? Kudüs'ün kuruluşu İslam'ın ortaya çıkışından neredeyse iki milenyum öncesine giderken bu nasıl olabilir? Merkezi Washington'da olan Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi'nden İbrahim Hooper bu tarih hatasını şöyle açıklıyor: "Müslümanların Kudüs'e ilgisi peygamber Muhammed ile değil, İslam'da da peygamber olarak görülen İbrahim, Davut, Süleyman ve İsa peygamberle başladı." Diğer bir deyişle Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın belli başlı figürleri aslında ilk Müslümanlardır. Bu sokaktaki Filistinli adamın "yaratılıştan beri Kudüs Arap" diye ilan etmesi anlamına geliyor. Hatta Mısır'ın Ayn Shams Üniversitesi'nden bir akademisyen El Aksa Camii'nin Kudüs'teki Yahudi eserlerinden daha eski, iki bin yıllık olduğunu göstereceğini iddia ediyor.
Kuran Kudüs'ten bahseder. Kudüs'e Gece Yolculuğunun Kuran'ın bir çok yayınında ve özellikle çevirilerinde bulunduğu tespit edilmiştir. Bazıları dipnotlarda "en uzak camiinin" Kudüs'ü ifade etmesi "gerektiğini" belirtiyor. Diğerleri Kudüs'ü "en uzak camiden" sonra metnin içine yerleştirmek için (dini değerlere hakaret eden?) adımlar atıyorlar. Bu çeşitli şekillerde yapılıyor. Sale tarafından yapılan çeviri italik kullanıyor:
Mekke'nin kutsal tapınaktan Kudüs'ün en uzak tapınağına
Esad çevirisi köşeli parantezlere bel bağlıyor:
[Mekke'deki] Dokunulmaz İbadethaneden [Kudüs'teki] Uzak İbadethaneye
ve Behbudi-Turner versiyonu hiçbir ayrım gözetmeden metnin içine yerleştiriyor:
Mekke'deki Kutsal Camii'den Filistin'deki El Aksa Camii'ne
Kudüs çeviri Kuran metinlerinde yer alıyorsa bu çevirilere dayananların Kudüs'ün "bahsinin Kuran'da geçtiğine" inanmalarını görmek şaşırtıcı değildir; ve bu 2002 yılında Amerikan Müslüman kurumlarının konsorsiyumunun tam olarak iddia ettiği şeydi. Aralarından biri daha da ileri gitti; Hooper'a göre "Kuran Kudüs'ü İslami merkezlerinden biri ile, El Aksa Camii ile anıyor." Bu hata uygulamada sonuçlara sahip: örneğin PA "kabinesinin" genel sekreteri Ahmad 'Abd ar-Rahman Filistin'in egemenliğine ilişkin iddiasını bu temele dayandırdı: "Kudüs'ün üstünde tahrifat yapılamaz, dokunulamaz ve bir Kuran metni olduğu için hiç kimse tahrif edemez."
Muhammed aslında Kudüs'ü ziyaret etti. Muhammed Peygamber'in İslami hayat hikayesi oldukça karmaşık ve bırakın Kudüs'e seyahatini Arap Yarımadası'ndan ayrılışından bile netlikle bahsetmez. Bu nedenle İslam uzmanı Karen Armstrong "Müslüman metinler... Muhammed'in Kudüs'e mistik Gece Yolculuğunun ... fiziksel değil düşsel bir deneyim olduğunu açıkça belirtir" diye yazar, Armstrong bariz olanı gösteriyor. Gerçekten de, bu cümle "Kudüs inançlarının başlangıcından beri Müslümanların ruhsal kimliklerinin temelindeydi" varsayımını yapan "İslam'ın Çıkarı: Kudüs Neden Muhammed için Önemliydi" isimli metinde yer alır. Yeterince iyi değil. Armstrong kendini İslam'ın "utanmazca yanlış yorumladığı" ve "Müslümanların kendi peygamberlerinin mucizesine inanmıyorlar" iddiasında bulunduğu için saldırı altında buldu.
Kudüs'ün Yahudiler için önemi yoktur. İlk adım, eski Tapınağın hala ayakta kalan bir kaç parçasından biri olan Batı (ya da Ağlama) Duvarı ile olan Yahudi bağlantısını inkar etmek. 1967 yılında Tapınak Dağı'nın üst düzey İslami yetkilisi Yahudilerin duvara olan bağını "El Aksa camine yönelik bir saldırganlık" olarak nitelendirdi. Rahmetli Suudi Arabistan Kralı Faysal bu konu hakkında saklamadığı bir aşağılama ile konuştu: "Ağlama Duvarı karşısında ağladıkları bir yapı ve hiçbir tarihi hakka sahip değiller. Ağlamaları için başka bir duvar inşa edilebilir." İsrail parlamentosunun Müslüman üyesi 'Abd al-Malik Dahamsha açıkça "Batı Duvarının Yahudi Tapınağı'nın kalıntılarıyla ilişkili olmadığını" belirtti. Filistin Otoritesi web sayfası Batı Duvarı ile ilgili olarak "Bazı Ortodoks dindar Yahudiler orayı kendileri için kutsal bir yer olarak nitelendiriyor ve tapınaklarının bir parçası olduğunu iddia ediyorlar ki, bütün tarihi araştırmalar ve arkeolojik kazılar bu iddiayı kanıtlayacak bir kanıt bulamadı" diye belirtiyor. PA müftüsü Batı Duvarını "sadece Müslüman kutsal bölgeye ait bir çit" olarak tanımlıyor ve "Ağlama Duvarı'nda Yahudi tarihi ile ilgili tek bir taş bile yoktur" diye ilan ediyor. Ayrıca Yahudi bağlantısını hafife alarak bir İsrailli gazeteciye hor bir şekilde "sizin Tapınağınızın Nablus ya da belki Betlehem'de olduğunu duydum" der. Aynı şekilde Arafat Yahudilerin "Hebron'u Kudüs'ten daha kutsal bir yer olarak kabul ettiğini" açıklamıştır. Kahire'de El Azhar Üniversitesi'nin rektörü Mohammed Sayyed Tantawi "tapınağın Yahudilerin iddia ettiği gibi El Aksa caminin altında bulunmadığını" ilan etti.
Bu anlayışla, Müslüman kurumlar Tapınak Dağı ve Batı Duvarını daha eski olan Yahudi isimleri ile değil de İslami isimleri (Harem-i Şerif, Burak Duvarı) ile çağırmaları için Batı medyasına baskı yapıyorlar (örneğin Harem-i Şerif Osmanlı döneminden kalmadır.) Batılı gazeteciler bu isteğe uymadıklarında, Arafat kendi haber ajansında bu durumu kısmen "Filistin'deki kutsallarımıza yönelik sürekli bir komplo" olarak nitelendirerek kızgınlıkla yanıt verdi ve kendi müftüsü bunun İslam hukukuna aykırı olduğunu düşünüyor..
İkinci adım Yahudilerin duvara erişimini engellemek. İsrail'de yaşayan bir İslamcı lider "Yahudilerin Batı Duvarı'nda dua etmeleri yasaklanmıştır" iddiasında bulunuyor. El Aksa Camii'nin direktörü "Burası Müslümanlara, sadece Müslümanlara ait bir yer. Burada bir tapınak yok, sadece El Aksa Camii ve Kaya Kubbesi var" diye iddia ediyor. Filistin radyo istasyonu İsrailli politikacıların duvara dokunmalarına bile izin verilmemesini talep ediyor. Filistin Otoritesi'nin müftüsü 'Ikrima Sabri Yahudilerin duvara onarım yapmalarını yasaklıyor ve İslami iddiaları daha da ileri götürüyor: "El Aksa camini çeviren tüm binalar İslami bir vakıftır."
Üçüncü adım Arafat'ın 2000'lerin ortalarında yaptığı gibi Kudüs'te herhangi bir Yahudi kontrolünü reddetmek: "İsrail'in Kudüs'te egemen varlığını hiçbir zaman kabul etmeyeceğim." Bu "Kudüs söz konusu olduğunda pazarlık edilecek ya da uzlaşacak bir şey yok" diyen Suudi Arabistan'ın Veliaht Prensi Abdullah tarafından da tekrar edildi. Hatta Umman Dışişleri Bakanı Yusuf bin 'Alawi bin 'Abdullah İsrail başbakanına Kudüs'ün egemenliğinin "güvenlik ve istikrarı sağlamak için" tamamıyla Filistin'e ait olması gerektiğini söyledi.
Son adım Yahudilerin Kudüs'e erişimini reddetmek. Bu amaçla Kudüs için münhasır bir İslami egemenlikte ısrar eden yazılı kaynaklar topluluğu gelişti. Okul kitapları şehrin Hıristiyanlık ve İslam'daki rolünden bahsediyor ancak Yahudiliği görmezden geliyor. Hamas'ın Amerikalı bir üyesi Kudüs'ün "bir Arap, Filistin ve İslami kutsal şehir" olduğunu iddia ediyor. Sokak gösterilerinde taşınan bir pankart bu kısa ve öz şekilde şöyle ifade ediyor: "Kudüs Arap'tır." Burada Yahudilere yer yok.
Müslümanlığın Siyon sevgisine rağmen İslam Kudüs'ün İslami olmadığını ve Mekke'nin özel kutsallığına zarar verebileceği fikrine dayanan çekinik ama ısrarlı bir Kudüs karşıtı hassasiyet de içeriyor.
Princeton tarihçisi Bernard Lewis, İslam'ın ilk döneminde Kudüs'ün kutsal bir şehir olduğu fikrine karşı "pek çok ilahiyatçı ve hukukçunun arasında güçlü bir direnç olduğunu" belirtiyor. Bunu "Musevi geleneği edinme hatası—Yahudiliğe dönenlerin birçok teşebbüsünden biri olarak Yahudi fikirlerini İslam'a sızdırma" olarak gördüler. Kudüs karşıtı gözüpekler Kudüs'ün kutsallığının bir Yahudi pratiği olduğunu göstermek için hikayeler yaydılar. Bunların arasında en önemlisi Ka'b al-Ahbar isimli dönmüş bir Yahudinin Halife Ömer'e El Aksa Camii'nin Kaya Kubbesine göre inşa edilmesini önermiş olmasıdır. Halife onu Yahudi köklerine geri dönmekle suçlayarak yanıt verdi:
Ömer sordu: "Namaz yerini nereye koymamız gerektiğini düşünüyorsun?"
Ka'b "Kayanın [Tapınak Dağı] yanına" diye yanıtladı.
Ömer, "Vay canına Ka'b," dedi, "Sen Yahudiliği takip ediyorsun. [Bir Yahudi pratiği olarak] senin sandaletlerini çıkardığını gördüm."
Ka'b, "Çıplak ayaklarımla dokunmayı hissetmek istedim" dedi.
Ömer, "Seni gördüm. Ama hayır ... Devam et! Biz Kaya ile ilgili emir almadık, biz Kabe ile ilgili [Mekke] emir aldık" dedi.
Bu anekdotun bir diğer versiyonu Yahudi memnuniyetini daha da açık hale getiriyor: bu versiyonda Ka'b al-Ahbar Halife Ömer'i Kutsal Kaya'nın kuzeyinde dua etmeye teşvik ederek bunun avantajını işaret eder: "O zaman El Kudüs'ün tamamı, bu da Mescid-i Haram sizin olacak demektir." Bir diğer deyişle, Yahudi dönme Kaya ve Mekke'nin düz bir çizgide olacağını and Müslümanların her ikisine doğru aynı anda dua edebileceklerini söylüyor.
Muhammed'in yaşamı boyunca neredeyse bir buçuk yıl Müslümanların Kudüs'e dönerek dua etmeleri şehrin İslam'daki yeri konusunda kalıcı bir çelişki yarattı. Olay kısmen Kudüs'e prestij ve kutsallık aşıladı ama aynı zamanda şehri Allah tarafından benzersiz bir şekilde reddedilen bir yer haline getirdi. Bazı erken hadislerde Müslümanlar bu reddedilişi bugün hala işlevini kaybetmiş bir gelenek olarak var olan Kudüs'e arkalarını dönüp dua ederek dile getirmişlerdir; El Aksa Camii'nde dua eden kişi arkasını yanlışlıkla değil bilerek Yahudilerin dua ettiği Tapınak kısmına döner. Ya da Başbakan Ariel Şaron'un keskin formülasyonu ile: Müslüman El Aksa'da dua ettiğinde "sırtı ona karşıdır. Aynı zamanda bedeninin bazı alt kısımları da."
İslam'ın en katı ve en etkili dini düşünürlerinden biri olan Ibn Taymiya (1263-1328) Kudüs karşıtı görüşlerin belki de önde gelen sözcüsüdür. Onun İslam'ı ilhaklar ve Allah'a saygısızlıklardan arındırmak gösterdiği geniş çaplı çabalarında Kudüs'ün kutsallığının Yahudilerden ve Hıristiyanlardan ve az bir zaman önce de Emevilerin Mekke ile rekabetinden geldiği düşüncesini reddetti. Ibn Taymiya'nın öğrencisi Ibn Qayyim al-Jawziya (1292-1350) daha da ileri gitti ve Kudüs hakkındaki hadisleri yanlış oldukları gerekçesiyle reddetti. Daha geniş anlamda, Haçlı seferlerinden sonra yaşayan bilgili Müslümanlar savaş karşıtlığından—politik zorunluluktan—kaynaklanan Kudüs'ün kutsallığını öven hadislere büyük bir aleniyet verildiğini biliyorlardı ve bu yüzden de bu hadislere temkinli yaklaştılar.
Kudüs'ün kutsallık basamağında göreceli olarak daha düşük bir yere sahip başka işaretler var: bir sanat tarihçisi "Mekke, Medine ve Kabe tasvirlerinin aksine Kudüs tasvirlerinin yetersiz olduğunu" söylüyor. Kıyamet Günü'nün Kudüs'te yer alacağı inancının bazı ortaçağ yazarları tarafından Müslümanları şehri ziyaret etmeye teşvik etmek için yarattıkları bir sahtecilik olduğu söyleniyor.
Modern yazarlar Kudüs'ü çevreleyen bu dindarlık zarfına bazen istisnalar da bulunuyorlar. 1930 yılında Mısır'da Muhammad Abu Zayd'ın yazdığı bir kitap o kadar radikaldi ki, dolaşımdan çekildi ve artık mevcut bile değil. Bu kitapta pek çok nokta yanında,
Peygamber'in Kudüs yoluyla yaptığı semavi yolculuk fikrini Kuran'daki versiyonun aslında Mekke'den Medine'ye hicretinden bahsettiğini iddia ederek reddetti.; "daha uzaktaki caminin" (Mescid-i El Aksa) Kudüs ile bir ilgisi yoktu, aslında Medine'deki bir camiydi.
Bu bakış açısının yasaklanması Kudüs karşıtı görüşün İslam'da neredeyse tam bir zafere sahip olduğunu gösteriyor. Yine de arada bir bazı ifadeler dışarı sızıyor. Arap liderlerin Mart 2001'deki bir zirve toplantısında Muammer Kaddafi meslektaşlarının El Aksa Camii'ne yönelik tutkularıyla dalga geçti. Delegeler onun "Boş verin gitsin, çözün ya da çözmeyin, orası sadece bir cami ve ben her yerde dua edebilirim" dediğini aktarmışlardır.
Sonuç
Neredeyse on-dört yüzyıl boyunca Müslümanların Kudüs'e olan bağlılığını dini hassasiyetler değil politika besledi, tarihçi Bernard Wasserstein'in savaş karşıtlığı sürecinde Müslüman duygularının büyümesi ile ilgili yazdıkları yüzyıllar boyunca geçerlidir: "sıklıkla Kudüs'ün tarihinde artan dini hürmet büyük ölçüde siyasi gereklilik ile açıklanabilir." Bu modelin üç ana etkisi vardır. İlki Kudüs asla Müslümanlar için ikincil bir şehir olmayacak; Sivan çok doğru bir şekilde "Kudüs'ün kutsallığı inancının ne yaygın bir şekilde yayıldığı ne de İslam'da derin köklere sahip olduğu söylenebilir" sonucuna varıyor. İkincisi Müslümanların ilgisi Kudüs'ü kontrol altına almaktan çok şehrin kontrolünü bir başkasına bırakmayı reddetmekte yatıyor. Üçüncüsü, şehre yönelik İslami bağlantı Yahudi olandan daha zayıf çünkü bu bağlantı değişmeyen inanç iddialarından değil süreli ve sıradan düşüncelerden kaynaklanıyor.
Diğer yandan Mekke gayri-Müslimlere kesinlikle yasak olan ebedi bir İslam şehri. Kabaca söylemek gerekirse, Kudüs Yahudiler için ne anlam ifade ediyorsa Mekke'de Müslümanlara aynıdır—bu nokta Kuran'ın kendisinde Müslümanların bir kıblesi ve diğerinin de "Kitap ehli" olduğu kabul edilerek (2:145) yapılmıştır
Aynı doğrultu ortaçağ Müslümanları tarafından da not edildi; örneğin coğrafyacı Yakut (1179-1229) "Mekke Müslümanlar için Kudüs Yahudiler için kutsaldır" diye yazmıştır. Modern zamanlarda bazı akademisyenler aynı sonuca ulaştılar: İtalyan İslam Cemaati Kültür Enstitüsü direktörü Abdul Hadi Palazzi "Kudüs Yahudi halkı için Mekke'nin Müslümanlar için oynadığı rolü oynuyor" diye yazar.
Benzerlikler çarpıcı. Yahudiler Kudüs'e dönerek günde üç kez dua ediyorlar. Müslümanlar Mekke'ye dönerek günde beş kere. Müslümanlar, Yahudilerin Kudüs'ü dünyanın merkezi olarak görmesi gibi Mekke'yi dünyanın merkezi olarak görüyorlar. Yahudiler İbrahim'in İsmail'in kardeşi İshak'ı Kudüs'te neredeyse kurban edeceğine inanırken Müslümanlar bu olayın Mekke'de gerçekleştiğine inanıyorlar. Mekke'deki Kabe Müslümanlar için Kudüs'teki Tapınağın Yahudiler için olan işlevlerine benzer işlevlere sahiptir (örneğin hac yeri olması gibi). Tapınak ve Kabe'nin taklit edilemez yapılar olduğu söyleniyor. Ziyaret edenler ayakkabılarını çıkarır ve her iki yere de çıplak ayak girerler. Süleyman'ın Tapınağı yılın onuncu günü olan Yom Kippur'da açıldı, Kabe'ye her yılın onuncu gününde yeni bir örtü konuyor. Kudüs Yahudiler için sadece bir toprak parçası değil ve hatta havası bile kutsal sayılan bir yerse, Mekke de Merkez Jersey İslam Cemaati'nden Abad Ahmad'a göre, "isminin anılması bile Müslümanların kalbini huşu içinde bırakan" bir yer.
Şeyh Palazzi'nin akıllıca yazdığı gibi Mekke ve Kudüs'ün bu paralelliği çözüm için bir temel sunmaktadır:
Dua yönlerindeki ayrılık Kutsal Yerlerin yönetimindeki olası rekabetleri azaltmak için bir yoldur. Allah'tan Allah vergisi bir dinginlik ve bir uzlaşma tutumu isteyenler için hiç kimsenin Müslümanların Mekke üzerindeki tam egemenliklerini inkar etmeye istekli olmadığı sonucuna varmak zor olmamalı, İslami bir bakış açısıyla – temeli olmayan propagandacı iddialara, tüm karşıtlıklara rağmen – Yahudilerin Kudüs'te aynı haklara sahip olduklarını reddetmenin de hiçbir sağlam teolojik sebebi yoktur.
Bu görüşü desteklemek için Palazzi Kuran'da bulunan çok sayıda çarpıcı ve ihmal edilmiş bölüme dikkat çeker. Bunlardan biri (5:22-23) Musa'nın Yahudilere "Allah'ın size vermiş olduğu Kutsal Topraklara (El Mukaddes'e) girin" dediğini aktarıyor. Bir başka ayette (17:104) Allah'ın kendisi aynı noktayı vurguluyor: İsrail'in Çocuklarına dedik ki: "Toprakta güvenle ikamet et." Ayet 2:145 Yahudiler "sizin kıblenizi takip etmeyecekler ne de sizin onların kıblesini takip edeceksiniz" der. Palazzi konuyu şöyle sonuçlandırıyor: "Allah'ın kendisi Kudüs Yahudiler için Mekke Müslümanlar için nasıl önemliyse öyle önemli diyor."
Palazzi'nin analizinin açık ve mantıklı bir ifadesi var: Müslümanlar nasıl bölünmemiş bir Mekke'ye hükmediyorlarsa, Yahudiler de bölünmemiş bir Kudüs'e hükmetmelidirler.
* O dönemde Kutsal Toprakların sefaleti böyle gibiydi, sözcüğe göre, iç karartıcı bir yer haline geldi. Örneğin Wilkie Collins Beyazlı Kadın (1860) isimli romanında çekici olmayan bir İngiliz kasabası olan Welmingham'ım Filistin'i hayalinde canlandırarak anlatıyor:
Bir İngiliz kasabasının var olmasının ilk aşamalarında, refaha geçiş durumunda Arabistan çöllerinde ve Filistin'in yıkıntıları arasında gözün itici etkisine ve aklın iç karartıcı etkisine rakip olabilecek kum sahraları ve bir kimsesizlik beklentisi var mı? ... Arabistan çölleri bizim medeni ıssızlığımızdan yoksun—Filistin'in yıkıntıları modern kasvetimizden aciz!