Suriye'de 6-10 Mart tarihleri arasında kaç silahsız Alevinin öldürüldüğünü kimse bilmiyor, ancak Oklahoma Üniversitesi Orta Doğu çalışmaları profesörü Joshua Landis bu sayının 3000'den fazla olduğunu tahmin ediyor.
Suriye'de Aleviler, ülkenin 15 milyonluk nüfusunun belki de yüzde 10'unu oluşturan küçük bir dini topluluk olsa da benzersiz bir öneme ve kırılganlığa sahipler.
Bin yıl boyunca Suriye'nin en izole, yoksul, hor görülen ve ezilen etnisitesi olarak öne çıktılar. Ancak 1966'da kendi topluluklarından generaller Şam'da iktidarı ele geçirdiğinde güç dengesi değişti.
Ancak Suriye'nin sonraki 58 yıl boyunca Aleviler tarafından acımasızca yönetilmesi, 2011 yılında ülkenin çoğunluğu Sünni Müslüman olan nüfusunun isyan etmesine neden oldu ve Aralık 2024'te Sünnilerin Alevi yönetimini devirip iktidara geri dönmesiyle sona eren geniş çaplı bir iç savaşa yol açtı.
Son olaylar Sünnilerin intikam alma arzusuna işaret ediyor. Bunun kaynaklarını ve sonuçlarını anlamak için geçmişe bakmak gerekiyor.
Bilindiği gibi, İslam son din olduğunu iddia etmektedir; bu nedenle Sünniler ve Şiiler, dokuzuncu yüzyılda Şii İslam'dan ortaya çıkan yeni ve farklı bir din olan Aleviliğe tarihsel olarak nefretle yaklaşmışlardır. Alevilere mürtet gözüyle bakmışlardır. 19. yüzyılda yaşamış Sünni bir şeyh olan İbrahim el-Mağribi, Müslümanların Alevilerin mallarını ve canlarını serbestçe alabileceklerine hükmetmiş ve bir İngiliz seyyah kendisine şöyle söylendiğini kaydetmiştir "Bu Ensariler arasından bir kişiyi öldürmek bütün gün dua etmekten daha iyidir."
Son iki yüzyıl boyunca sık sık zulüm gören ve bazen de katledilen Aleviler, dağlık bölgelerinde kalarak kendilerini coğrafi olarak dış dünyadan izole etmişlerdir. Önde gelen bir Alevi şeyhi, halkını "Doğu'nun en fakirleri arasındakiler" olarak tanımlıyordu. Anglikan misyoner Samuel Lyde, Alevi toplumlarının durumunu "yeryüzünde mükemmel bir cehennem" olarak değerlendirmiştir.
Suriye'nin 1946'da Fransız yönetiminden bağımsızlığını kazanmasının ardından Aleviler başlangıçta merkezi hükümetin kontrolüne direndilerse de 1954'te Suriye vatandaşlığını kabul ettiler ve ordudaki yüksek sayıdaki temsillerinden yararlanarak siyasi yükselişlerine başladılar.
Aleviler 1963 Baas darbesinde önemli bir rol oynamış ve Sünni rakiplerini tasfiye ederken birçok kilit pozisyonu ele geçirmişlerdir. Bu gelişmeler 1966'da ağırlıklı olarak Alevi Baasçı subaylardan oluşan bir grubun iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlandı. Son dramda, iki Alevi general, Salah Cedid ve Hafız Esad, üstünlük için mücadele etti ve bu rekabet Esad'ın 1970'te galip gelmesiyle sona erdi.
Çoğunlukla Hafız Esad (1970-2000) ve oğlu Beşar (2000-24) yönetiminde geçen 58 yıllık Alevi iktidarı boyunca mezhepsel aidiyet hayati önem taşımaya devam etti. Hafız, acımasız bir polis devleti kurdu ve dindaşlarını hükümetin her yerine yerleştirerek Alevi kontrolünü dayattı.
2011'de iç savaş patlak verene kadar Sünniler Suriye nüfusunun yaklaşık yüzde 70'ini oluşturuyordu; sayılarının ötesinde, tarihsel olarak bölgeyi yönetmiş olmaları bu iktidarın ayrıcalıklarından yararlanmaları gerektiğine dair kolay bir varsayıma dönüşüyordu. Ancak 1970'ten sonra çoğunlukla vitrin süsü olarak kullanıldılar; bir ordu emeklisinin özlü sözüyle, "Alevi bir yüzbaşı Sünni bir generalden daha fazla söz sahibidir."
Bu geri dönüşün Sünniler üzerindeki psikolojik etkisi abartılamaz. Onlar için bir Alevinin Şam'ı yönetmesi, bir "dokunulmazın" mihrace ya da bir Yahudi'nin çar olmasına benziyor – eşi benzeri görülmemiş ve şok edici bir gelişme. Wilson Merkez'inden Michael Van Dusen haklı olarak bu değişimi "20. yüzyıl Suriye tarihi ve siyasetinin en önemli siyasi gerçeği" olarak nitelendiriyor.
Bu güç değişimi Sünni Müslümanların Esad'ın totaliter baskısını mezhepsel terimlerle algılamasına neden oldu. Esadlar kendilerini Müslüman olarak göstermeye çalıştılar ancak Suriyeli Sünnilerin çok azı onları Müslüman kabul etti.
Alevilerin 1966'da iktidara gelmesi Sünnilerin dini kaygılarını kışkırttı. Aşağı gördükleri bir halkın tahakkümüne maruz kaldıkça, hayatın her alanında ayrımcılık algıladıkça (Sünni hanelerin elektrik için Alevilerden dört kat daha fazla ödemesi gibi), 1982 Hama katliamının ve diğer vahşi saldırıların hatırasıyla yaşadıkça ve zenginliklerini azaltan sosyalizme, İslam'a karşı yapılan hakaretlere ve Maruniler ve İsraillilerle algılanan iş birliğine kızdıkça şikayetleri arttı.
Böylelikle bir kısır döngü başladı. Sünniler giderek yabancılaşırken, Aleviler de Alevi yönetimine daha fazla bağımlı hale geldi. Rejim giderek daha Alevi bir yapıya büründükçe Sünnilerin hoşnutsuzluğu da derinleşti.
2011'deki bölgesel İslamcı isyan Suriye'ye ulaştığında, Beşar Esad hükümetine karşı 14 yıl süren, ülke içinde tahminen 7,5 milyon yerinden edilmiş insan ve 5,2 milyon dış mülteci yaratan ve yaklaşık 620.000 kişinin ölümüne yol açan, Sünni ağırlıklı korkunç bir ayaklanma başlattı.
Rejim ülke içinde Alevi tabanına giderek daha fazla bel bağladı. Haber servisi Reuters, Beşar'ın "[Alevi] subayların hâkim olduğu ordu ve gizli polis birimlerini... görevden alınmasını isteyen gösterileri bastırmak için çoğunlukla Sünni kent merkezlerine nasıl gönderdiğini" anlatıyor.
Bazı alıntılar Sünnilerin düşmanlığının yoğunluğunu yansıtmaktadır:
- Sünni bir dini lider olan Adnan al-Arour, Sünni ayaklanmasına karşı çıkan Alevilere atıfta bulunarak şunları söyledi: "Allah'a yemin ederim ki onları öğütücülerde kıyacağız ve etlerini köpeklere yedireceğiz."
- Suriyeli Sünni lider Mamoun al-Homsi "siz aşağılık Aleviler ... Bugünden itibaren sessiz kalmayacağız. Göze göz, dişe diş... Yemin ederim ki bu çeteyi terk edip ve bu cinayetlerden vazgeçmezseniz, size asla unutamayacağınız bir ders vereceğiz. Sizi Suriye topraklarından silip atacağız."
- 11 yaşındaki İbtisam, Ürdün'de yaşayan Sünni bir mülteci: "Alevilerden ve Şiilerden nefret ediyorum. Tıpkı onların bizi öldürdüğü gibi biz de onları bıçaklarımızla öldüreceğiz."
- Heza, 13: "Devrimden sonra onları öldürmek istiyoruz." Kendi yaşındaki bir çocuğu bile mi? "Evet, öldüreceğim. Hiç fark etmez."
Bu tür açıklamalar, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, küçük Alevi toplumunu korkuttu. Humus'taki bir kadın kasabın, silahlı sivil milisler olan şebbihadan "yakaladıkları Alevilerin cesetlerini kendisine getirmelerini, böylece onları kesip etlerini pazarlayabileceğini" söylemesi gibi uydurma söylentiler yayıldı.
New York Times gazetesinin haberine göre: "Pek çok Alevi dehşete düşmüş durumda; çoğu zaman en kaba klişelerin kurbanı oluyorlar ve popüler konuşmalarda hep liderlikle özdeşleştiriliyorlar."
Daha da kötüsü, pek çok Alevi Esad hükümetinden zarar gördü. Sürgündeki bir doktor olan Wafa Sultan, kasıtlı olarak yoksullaştırma (oğullarının geçimlerini sağlamak amacıyla hükümete hizmet etmelerini sağlamak için), entelektüellere yapılan zulüm ve muhaliflerin akrabalarının hapsedilmesi de dahil olmak üzere birçok adaletsizliği anlatıyor. Buna göre, pek çok Alevi Esad'ın düşüşüne sevinmiş olmalıdır.
Ardından Aralık 2024'ün başlarında Ahmed Şara liderliğindeki Heyet Tahlil El Şam Sünni İslamcı güçlerinin müttefikleriyle birlikte Suriye'yi hızla geçerek Şam'ı ele geçirdiği ve Esad'ın Rusya'ya kaçtığı çarpıcı olaylar geldi.
Yeni rejimin ilk üç ayında Sünniler tarafından Alevilere yönelik bazı misillemeler oldu, ancak bunlar sınırlıydı ve organize değildi: işten çıkarmalar, kanunsuzluk ve küçük çaplı şiddet olayları. Ocak 2025'in sonlarında Suriyeli gazeteci Ammar Dayoub "Alevilere ve Şiilere mezhepçi küfürler savurmaktan erkekleri meydanlarda toplayıp kırbaçlamaya, insanların evlerindeki eşyaları kırmaya, altın ve gümüş çalmaya ve kadınlara yönelik şiddete" kadar uzanan eylemleri belgeledi.
Dayoub, buna karşılık rejimin "bu ihlalleri kabul etmediğini, bireyleri ya da küçük yerel grupları suçladığını" belirtiyor. Ayrıca, Orta Doğu Medya Araştırma Enstitüsü'nün raporuna göre, "Rejim sorumluların isimlerini yayınlamaktan da kaçındı ve böylece kurbanların ailelerinin onlara karşı yasal işlem başlatmasını engelledi." Bu durum, rejimin "Esad yanlıları" olarak karaladığı Alevi "direniş gruplarının" kurulmasına yol açtı.
Ardından 6 Mart'ta, Alevilerin kıyıdaki ana yerleşim yeri olan ve Suriye'nin kuzeybatısında yer alan Lazkiye'de büyük çaplı saldırılar başladı. Aralarında Türkiye destekli Suriye Ulusal Ordusu ve yabancı cihatçıların da bulunduğu Sünni güçler, evleri yakıp yıkarak ve ayrım gözetmeksizin insanları öldürerek saldırdı. HTŞ hükümeti kendisini "Esad yanlılarının" isyanına karşı savunuyormuş gibi gösterdi.
Ancak Aleviler Esad döneminde ve hatta iç savaş sırasında büyük acılar çektiler, bu nedenle Beşar'ı kurtarabilecekleri bir anda onu terk ettiler. Esad Rusya'da can çekişirken, İran'ın desteği çökmüşken ve İsrail güçleri eski rejimin tüm cephaneliklerini yerle bir etmişken, Esad'ın arkasından savaşmadılar. Aksine, bu "direniş gruplarının" hükümet güçlerine yönelik saldırıları zulüm korkularını yansıtıyordu.
Sünnilerin Alevilere olan öfkelerini özgürce dile getirdikleri iç savaş döneminin aksine, 2025'te Şara'nın yabancı STK'ları ve hükümetleri kendi rejimine yardım etmeye ikna edebilmesi için iyi şekilde davranmaları yönünde baskı altına girdiler. Ancak yüzeyin altına inildiğinde Mart saldırılarının bir Sünni din alimi olan Abdullah Halil el-Temimi'nin deyimiyle "Alevi rejimi tarafından... mezhep temelinde" öldürülen iki milyon Sünni'nin intikamını almak için yapıldığı açıkça görülüyor.
Şam'da bir radyo sunucusu "dinleyicilerini Alevileri denize dökmeye çağırdı". HTŞ'ye bağlı bir komutan şöyle seslendi: "Ey cihat savaşçıları, kadın ya da erkek hiçbir Aleviyi sağ bırakmayın. Aralarındaki en saygın erkekleri katledin. Aralarındaki en saygın kadınları katledin. Yataklarındaki çocuklar da dahil olmak üzere hepsini katledin. Onlar domuz. Onları yakalayın ve denize atın."
Eylemlerinden gurur duyan pek çok fail, annelerinin gözleri önünde iki oğlu öldürmek gibi eylemlerini videoya kaydetti. Alevilerin evlerini yağmalayan ve yakan bir adam "Bu intikam" diye haykırıyor. Economist dergisinin haberine göre Sünniler Alevileri aşağıladı, onları "köpek gibi havlamaya zorladı, sırtlarına oturdu, üzerlerine bindi ve sonra onları öldürdü".
Bu katliama Şara sakin bir şekilde karşılık verdi. "Şu anda Suriye'de yaşananlar beklenen zorluklar dahilindedir. Ulusal birliği ve iç barışı korumalıyız" dedi. "Suriyelileri rahat olmaya çağırıyoruz çünkü ülke hayatta kalmak için gerekli temel unsurlara sahiptir." Ayrıca bir soruşturma komisyonu kurdu.
HTŞ liderlerinin El Kaide ve İslam Devleti'nin içinden çıkmış olmaları, blazer ceket ya da takım elbise giyip kravat takmalarına, ardından da şiddetin suçunu Alevilere atarken insan haklarından söz etmelerine bir tiyatro havası katıyor. Batı'nın kabulü pek çok finansal ve diğer faydayı beraberinde getiriyor.
Bazıları şimdiden soykırıma atıfta bulunuyor. Suriyeli Kürt yazar Mousa Basrawi "Alevileri yok etmeyi amaçlayan ... organize bir soykırım kampanyası" olduğunı niteleyerek kınadı. Uluslararası Hıristiyan Dayanışma Örgütü "insanlık dışı nefret söyleminin eşlik ettiği hedef gözeterek öldürme furyası" nedeniyle bir "soykırım uyarısı" yayınladı.
Halkın bu tehlikeye tepkisi ne? Neredeyse mutlak bir sessizlik. Batı başkentlerinde yürüyüşler yok, üniversitelerde kamplar yok. Peki ya Batılı hükümetler? Canberra "Suriye'nin kıyı bölgesinde son dönemde yaşanan korkunç şiddet olaylarını kınamakta" ve "BM'nin Alevi toplumundan çok sayıda sivilin yargısız infaz edildiğine dair raporlarından derin endişe duymaktadır". Washington "son günlerde Suriye'nin batısında insanları katleden, aralarında yabancı cihatçıların da bulunduğu radikal İslamcı teröristleri kınamaktadır". BM "üzüntü verici ihlal ve suiistimalleri" kınamaktadır.
Kınamalar gerekli ancak yeterli değildir. İslamcı saldırganlığın püskürtülmesi Batı'nın temel çıkarlarından biridir ve ahlaki sorumluluk olası bir soykırımı önlemek için acilen harekete geçilmesini gerektirmektedir.
ABD'nin 1994 Ruanda soykırımı sırasındaki eylemsizliği daha sonra özür dilemesine yol açtı (Bill Clinton: "Kişisel başarısızlığımdan dolayı üzüntülerimi ifade ediyorum"), tıpkı Hollanda'nın Bosna'daki başarısızlıkları gibi (Savunma Bakanı Kajsa Ollongren: "En derin özürlerimizi sunuyoruz"). Bu kez politikacılar daha sonra özür dilemek zorunda kalmamak için harekete geçecekler mi?
Daniel Pipes (DanielPipes.org, @DanielPipes) Orta Doğu Forumu'nun kurucusudur. Bu makale Pipes'ın Suriye hakkındaki üç kitabından ve 1987 tarihli "Esad Sonrası Suriye" başlıklı analizinden yararlanılarak hazırlanmıştır.