Yalnızca on iki yıl önce, Türkiye Cumhuriyeti çok haklı olarak sadık bir NATO müttefiki, Batı yanlısı bir Müslüman devlet modeli ve Avrupa ve Orta Doğu arasında bir köprü olarak görülüyordu. Pentagon ile var olan güçlü askeri bağ Amerikalılar ile çok daha geniş ekonomik ve kültürel bağların kuvvetlenmesini sağlıyordu. Orta Doğu üzerine çalışan bizim gibi gazeteciler için İstanbul, Ankara ve diğer Türk şehirlerinde geçirilen zaman bölgedeki karmaşadan sonra serinletici bir vahada bulunmak gibi idi.
Daha sonra, 2002 yılındaki hala şayanı hayret seçim ile birlikte ülke dramatik bir şekilde yön değiştirdi. 2011'in ortalarından beri önce yavaş yavaş, sonra giderek artan bir hızla hükümet kendi koyduğu yasaları çiğnemeye başladı, otokratikleşti ve Amerika Birleşik Devletleri'nin düşmanları ile müttefik oldu. Bu yön değişikliğini kabul etmek için isteksiz olanlar bile bu durumu sonunda kabullenmek zorunda kaldılar. Barack Obama 2012 yılında Türkiye'nin otoriter siyasi lideri Recep Tayyip Erdoğan'ı en iyi beş yabancı dostundan biri olarak nitelendirdiyse de, bir kaç hafta önce Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı görevine başlama törenine kendisini temsilen önemsiz bir maslahatgüzarı göndermesi oldukça farklı bir tutumun—aleni bir tokatın—göstergesiydi.
Bu değişimin nedeni neydi? Türkiye neden bozuldu?
Arka plan
Günümüzde gerçekleşen bu beklenmedik durumu anlamak için Osmanlı İmparatorluğu dönemine hızlı bir bakış atmak gerekir. Batılı Hıristiyanlar yeryüzünün en zengin ve en güçlü insanları haline gelirken, 1299 yılında kurulan imparatorluğun Avrupa kıtasının önemli bir bölümünün kontrolüne sahip olması (temel olarak adını Türkçe dağ teriminden alan Balkanlar) imparatorluğu Avrupa ile yoğun bağları olan tek Müslüman yönetim yaptı. Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar boyunca diğer Avrupalı güçlere izafeten zayıflarken onun ortadan nasıl kaldırılacağı Avrupa diplomasisi ("Doğu Sorunu") için temel bir sorun haline geldi ve imparatorluk potansiyel bir av (Avrupa'nın hasta adamı) olarak görülmeye başlandı.
Osmanlı açısından bakıldığında, Avrupa'da neyi benimsemek ve neyi reddetmek gerektiği bir türlü çözülemeyen sorundu. Genel olarak, Osmanlılar askeri ve tıbbı yenilikleri en makbul konular olarak görüyorlardı. Diğer alanlarda kararsızdılar, örneğin 1493 yılında Yahudiler imparatorluğun ilk taşınabilir türde kitabını yayınlarken Müslümanlar bu trendi izlemek için 1729'a kadar beklediler. Diğer bir deyişle, Avrupalı tarzı kabullenme süreci zor, yavaş ve arada sırada görülen durumdu.
Türklerin Birinci Dünya Savaşı'nda aldığı yenilgi bu durumun gölgesinde gerçekleşti ve ordunun muazzam başarılı generali Mustafa Kemal'i iktidarı ele geçirmek ve imparatorluğu sona erdirerek daha çok Türk dilini konuşanların oluşturduğu çok daha küçük ve sınırlı Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmak için harekete geçirdi. Bu yeni ülkenin ilk 15 yılında, 1923-38, ülkeye Mustafa Kemal (kendisine Atatürk diyordu) hakimdi. İslam'ı hakir gören güçlü iradeli bir Batılı olarak ülkeyi günümüze kadar karakterize eden bir dizi köklü değişikliği hayata geçirdi ve laiklik de dahil olmak üzere (örneğin steroit sekülarizm), Avrupa'dan örnek alınan hukuk kuralları, Latin alfabesi, ve aile soyadları gibi konularda Türkiye'yi Orta Doğu'nun geri kalanından bariz şekilde farklılaştırdı.
Camilere oturma yerleri koyma ve duaları Arapçadan Türkçeye çevirme gibi bazı durumlarda Atatürk kendi vatandaşlarından çok daha ilerdeydi. 1938 yılındaki ölümünün hemen ardından kendi yarattığı sekülarizmde değişiklikler başladı. Ancak ülkenin nihai siyasi gücü ve Atatürk'ün mirasının bilincinde olan Türk ordusu bu değişikler üzerine sınırlamalar koydu. İlk ciddi çabalar 1950 yılında demokrasinin gelişi ile başladı, bunu daha sonraki çabalar da takip etti ancak hepsi başarısızdı.
Ancak, ne yaratıcı ne de entelektüel anlamda gelişen ordu, yıllar boyunca aralıksız tekrar edilen Atatürk'ün vecizeleri eşliğinde giderek eskidi ve kısıtlayıcı oldu. Muhalefet arttıkça Atatürk'ün 1920'lerdeki vizyonunu taşıyan partiler yozlaşan, güç peşinde koşan kuruluşlar haline gelerek gelişmeye devam edemediler. 1990'larda, bu partilerin kurduğu yanar döner kapı gibi olan hükümetler seçmenlerin önemli bir bölümünü kendilerinden uzaklaştırdı.
AKP'nin Yükselişi
Bu durumdan yararlanan Erdoğan ve diğer İslamcı politikacı Abdullah Gül, 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurdu. İyi hükümet etme ve muhafazakar değerlere dayalı ekonomik büyüme sözü vererek Kasım 2002 yılındaki ilk seçimde etkileyici bir performans gösterdi ve oyların üçte birinden biraz daha fazlasının aldı. Ancak, eski çizgideki partilerin paşaları kendi aralarında işbirliği yapmayı reddettikleri için sadece bir parti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) anayasa gereği mecliste temsil yetkisi kazanmak için gereken asgari yüzde 10 barajının biraz üzerinde oy aldı.
Oyların neredeyse yarısı bu şekilde heba olduğundan AKP'nin aldığı yüzde 34 oy, mecliste yüzde 66 sandalye sayısına dönüşerek kayda değer bir çoğunluğun ses getiren zaferine çevirdi. Takip eden 2007 ve 2011 seçimlerinde AKP karşıtı partiler oyları heba etmemeyi öğrenemediler, böylece AKP ironik bir şekilde mecliste sandalye kaybederken (yüzde 62 ve yüzde 59) oy oranını (yüzde 46 ve yüzde 50'ye) yükseltti.
Ekonomik büyüme ve Kürtlerin Türk olmadığının uzun zamandır kabul edilmemesi, Kıbrıs sorunun çözümlenmesi ve Avrupa Birliği'ne katılma gibi Türk kamu yaşamının kangren olmuş sorunlarını ortadan kaldırmaya odaklanan Erdoğan ilk başlarda kendini gayretli bir şekilde kontrol ediyordu. Ekonomik büyümenin Çin benzeri oranlarını rafa kaldırarak, Orta Doğu'da bir güç odağı haline gelerek (örneğin Kudüs ve Şam arasında) ve Batının en favori İslamcısı olarak ortaya çıkarak giderek güçlendi. Bu süreçte, yüzyılların bilmecesi olan İslam'a karşı Batı meselesini çözmüş ve ikisini başarılı bir şekilde harmanlamanın yolunu bulmuş görünüyordu.
Askeri dize getirmek AKP'nin uzun vadeli bir amacı olarak kaldı: Nihai amaç olan Atatürk devrimlerini tersine çevirmek ve Türkiye'yi Osmanlı tarzı bir iç düzene ve uluslararası duruşa geri götürmek için bu gerekli bir şarttı. Bu amaca şaşırtıcı bir kolaylıkla ulaşıldı; hala net olmayan nedenlerden dolayı, ordunun liderleri üstlerine atılan komplo teorilerine, yüksek rütbeli subayların tutuklanmasına ve en sonunda genelkurmay başkanının görevden alınmasına sessiz sedasız bir şekilde katlandılar,. Beklenen yüksek drama sızlanma ile bile sonuçlanmadı.
Ordu teslim olunca, Erdoğan yerli rakiplerini, özellikle de uzun zamandır müttefiki olan temel devlet kurumlarında geniş bir ağa sahip ulusal Gülen hareketinin lideri İslamcı Fethullah Gülen'i hedef aldı. Erdoğan'ın popülist cafcaflı tarzı kendi tabanında—Atatürkçülük tarafından ezildiğini hisseden Türkler—çok etkili oldu. Cesaretlenen Erdoğan, Haziran 2013 tarihinde, İstanbul'daki Gezi Parkı gösterileri sırasında, vatandaşlarına küçük düşürücü hakaretlerle saldıran ve bir grup futbol taraftarının hükümetini devirmeye teşebbüsü ile yargılanmasına neden olan tam teşekküllü bir palavracı olarak ortaya çıktı.
Aralık 2013 tarihinde ortaya dökülen AKP yolsuzluklarının dramatik kanıtları geri adım atmaya değil, sorunu ortaya çıkaran polislerin tutuklanmasına neden oldu. Bu saldırganlık medya, parlamento ve hatta yargı sistemindeki rakiplerine kadar uzandı. Erdoğan kendisini eleştirenleri her türlü kötülüğün sorumlusu olarak gösterdikçe tabanını mutlu etti, her seçimi kazanması ve daha fazla güç elde etmesi bazılarına Venezuela'nın Hugo Chávez'ini anımsattı.
Dış Politika
Uluslararası ilişkilerde de başlangıçtaki mütevazı dış hedefler zamanla daha görkemli ve daha düşmanca hale gelerek aynı çizgiyi takip etti. Baş danışmanı Ahmet Davutoğlu tarafından ileri sürülen "komşularla sıfır sorun" politikası başarılı bir şekilde başladı: Şam'ın tiranı ile beraber tatil, Tahran'daki mollalara uygulanan yaptırımları önleme ve Yahudi devleti ile ılık değilse bile karşılıklı yararlı ilişkiler. Uzun yılların düşmanı Yunanistan ve Ermenistan bile onun cazibeli saldırılarından yararlandı. Büyük güçler iyi ilişkiler peşindeydiler. AKP'nin eski sömürgeler arasında yeniden liderliği elde etme amacı olan yeni-Osmanlıcı rüyası ulaşılabilir görünüyordu.
Ancak Erdoğan ülkesinde sergilediği küstahlığı ve çok daha kötü değerlendirmeleri yurtdışında da sergilemeye başladı; Türk seçmenlerin yarısının alkışladığı fırçalamalarını sadece bir kaç yabancı takdir etti. 2011 yılından başlayarak Arap ayaklanmaları Orta Doğu'yu değiştirince, Erdoğan ve Davutoğlu edindikleri başarıların—bir çok komşu ülke ile ilişkilerin zayıflamasından zehirlenme noktasına gelmesine kadar—ellerinden kayıp gittiğini gördüler.
Suriye'nin Başar Esad'ı ile yaşanan kırılma belki bu kayıplarının en dramatiği idi. Bu kırılmanın Arapça konuşan, istenmeyen milyonlarca mültecinin Türkiye'ye gelmesi, İran ile düşmanlık, Orta Doğu'nun büyük bir kısmında Türk ticaret yollarının engellenmesi ve İslam Devleti ve onun kendini halife ilan eden lideri, cihatçı güçlerin yaratılması gibi bir çok negatif sonucu oldu. Türklerin Sünni Iraklılara olan desteği Bağdat ile ilişkilerin çöküşünü hızlandırdı. İsrail'e yönelik Nazi-benzeri düşmanlık Ankara'nın en güçlü bölgesel bağını sonlandırdı. Gaz keşfinden sonra Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yönelik tehditler zaten düşmanca olan ilişkileri daha da soğuttu. Türk müteahhitleri Libya kargaşasında 19 milyon Amerikan Doları'ndan daha fazla kayba uğradı.
Uluslararası alanda, Çin füze sistemini satın alma yönündeki çalım Washington ile olan güvenlik ilişkilerini biraz daha zayıflattı. Almanya'da yaşayan milyonlarca Türk'e yaptığı Almanya'ya asimile olmamaları çağrısı ile birlikte Paris'te üç Kürt'ün öldürülmesinde Ankara'nın muhtemel rolü Berlin ile gerilime neden oldu.
Bu rezaletler Ankara'yı uluslararası alanda neredeyse dostsuz bıraktı. Ankara şu anda Kürdistan Bölgesel Hükümeti, Müslüman Kardeşler ve onun Hamas ta dahil olmak üzere Suriye uzantıları yanında sadece bir ülke, nüfusu 225,000 olan Katar ile (nüfus 225,000) sıcak ilişkilere sahip. Gariptir ki, bu muazzam başarısızlıklara rağmen, Erdoğan başarısız "sıfır sorun" politikasını onaylamaya devem ediyor.
Olasılıklar
Erdoğan'ın etkileyici seçim başarısı ve artan gücü önümüzdeki yıl boyunca üç zorlukla karşı karşıyadır: seçim, psikolojik ve ekonomik. 28 Ağustos tarihinde cumhurbaşkanlığına yükselişiyle hedeflediği güçlü yetki sahibi bir başkan olabilmesi anayasal değişiklik gerektiriyor. Buna karşılık, bu değişiklikler AKP'nin Haziran 2015 genel seçimlerinde çok iyi bir sonuç almasını zorunlu kılıyor, ya da alternatif olarak emellerine ulaşırken Kürtlerin desteğine ihtiyacı olduğu için Türkiye'nin Kürtlerine önemli tavizler vermesi gerekiyor. Parti şu anda dış işleri bakanlığından başbakanlığa terfi edilen Davutoğlu'nun daha önce denenmemiş ellerinde ki, kazanmak için gerekli koltuk sayısını elde edeceği kuşkulu.
İkincisi, Erdoğan'ın kaderi Davutoğlu'nun sadık danışmanlığından geriye ne kaldığına bağlıdır. Eğer Davutoğlu Erdoğan'dan bağımsız emellere kapılırsa, Erdoğan kendini çoğunlukla törensel olan bir yetkiyle sınırlı bulacaktır.
Son olarak, yüksek getiri oranları amaçlayan, Körfez ülkelerinden kaynağı ve sürekliliği belirsiz belgesiz büyük para akışı alan ve giderek büyüyen bir dizi altyapı projesine ev sahipliği yapan titrek Türk ekonomisi sıcak yabancı paraya bağımlıdır. Erdoğan'ın oldukça tutarsız davranışları ("faiz lobisi" olarak adlandırdığı Moody's ve Fitch gibi derecelendirme kuruluşlarına ve hatta New York Times karşı atıp tutmaları) ülkeyi iflas ile karşı karşıya bırakan büyük bir borç ülkenin tepesinde kılıç gibi sallanırken daha fazla yatırım yapmak isteyenleri korkutmaktadır.
Bundan dolayı, Erdoğan'ın kırılamayan başarı rekoru bir yandan insanı Erdoğan'ın Türk siyasetindeki hakimiyetinin devam edeceği bahsine girme eğilimine sokarken, önündeki temel engeller bu galibiyet serisini bitirebilir duygusu veriyor. Onun İslami yöntemlere sadık kalırken Batıdan öğrenerek bir arada yaşama hali her an patlayabilir.
ABD Politikası
75 milyonluk genç nüfusu, merkezi konumu, önemli bir su yolunun kontrolünü elinde tutması ve çoğunlukla sorunlu sekiz komşusu ile Türkiye oldukça tercih edilebilir bir müttefik. Buna ek olarak, Orta Doğu'da, Bosna'dan Xinjiang'a kadar Türkçe konuşulan bölgelerde ve dünya çapında Müslümanlar arasında önemli bir konuma sahip. Kore Savaşı ile başlayan ABD-Türkiye ittifakı Washington için oldukça avantajlı olmuştur, bu yüzden de Washington'un Türkiye'yi kaybetme konusunda neden isteksiz olduğu anlaşılabilir.
Buna rağmen bir ittifakı bir taraf tek başına sürdüremez. Ankara'nın Tahran ile dostane ilişkileri, Hamas'a ve İslam Devleti'ne olan desteği, Bağdat'taki yetkinin altını oyması, İsrail'e yönelik kini ve Kıbrıs'a yönelik tehditleri NATO üyeliğini en iyi ihtimalle tartışmaya açık hale getirir ve en kötü ihtimalle de hilekar yapar.
Washington Türkiye içinde oy kazandıran bu zorba taktiklerinin dünyanın geri kalanında başarısız olacağının sinyallerini vermelidir. Wall Street Journal haklı olarak Türkiye'deki ABD askeri üssünün Irak Kürdistanı'na taşınmasını önerdi. Erdoğan'ın giderek diktatörleşen iktidarı Ankara Kıbrıs'ı işgal etmeye, teröristleri desteklemeye ve Yahudi düşmanı taşkınlıklarına devam ettiği takdirde tanınmamalıdır. Bu adımların ötesinde, ABD hükümeti için büyük değişiklikler hızla yapılmadığı takdirde, Türkiye'nin NATO üyeliğini askıya alınacağını ve nihayetinde NATO'dan atılacağını net olarak belirtmesinin zamanı gelmiştir.
Eğer Erdoğan haydutça davranmaya devam ederse, o zaman bu eski dostun davranış şekli bu olmalıdır.
Sayın Daniel Pipes (DanielPipes.org) Orta Doğu Forumu başkanıdır. © 2014 Daniel Pipes. Tüm hakları saklıdır.