Avrupa kıtasının en kritik Avrupa'nın Müslüman azınlık ile filizlenen uzun vadeli ilişkisi meselesi ahenkli entegrasyon, Müslümanların istenmemesi ya da İslamcıların kıtayı ele geçirmesi olmak üzere üç yoldan birini takip edecektir. Bu senaryolardan hangisi büyük ihtimalle gerçekleşecek?
Avrupa'nın geleceği sadece Avrupalılar için büyük önem taşımıyor. 1450-1950 arasında, yarım milenyum boyunca, dünyadaki kara kütlesinin yüzde 7'sinı oluşturan bu kara parçası yaratıcılığı ve modernleşmeyi bulması ile dünya tarihini yönlendirdi. Bölge, kritik pozisyonunu halihazırda altmış yıl önce kaybetmiş olabilir ama ekonomik, politik ve entelektüel anlamlarda mutlak surette önemli kalmaya devam ediyor. Dolayısıyla, hangi yöne doğru gideceğinin insanlığın geri kalanı, özellikle tarihsel anlamda düşünce, insan ve ticaret kaynağı olarak Avrupa'yı örnek alan Amerika Birleşik Devletleri gibi kardeş ülkeler için etkisi büyüktür.
İşte bu gerçek olması muhtemel her bir senaryo hakkında bir değerlendirme sunumu.
I. Müslümanların İktidarı Ele Geçirmesi
Rahmetli Orianna Fallaci Avrupa'nın zamanla "giderek daha fazla bir şekilde İslam'ın bir eyaleti, İslam'ın bir kolonisi haline geldiğini" gözlemledi. Tarihçi Bat Ye'or bu koloniye "Eurobia" adını taktı. Walter Laqueur yakında çıkacak Last Days of Europe isimli kitabında bildiğimiz Avrupa'nın değişmeye mahkum olduğunu öngörüyor. Mark Steyn, Amerika Alone; The End of the World as We Know It isimli kitabında daha ileri gidiyor ve Batı dünyasının çoğunluğu için "yirminci yüzyılda hayatta kalmayacak ve hepsi olmasa bile pek çok Avrupa ülkesi bizim ömrümüz süresinde ortadan kaybolacaklar" diyor. Üç faktör—inanç, demografi ve miras algısı—Avrupa'nın İslamileştirilmesini gösteriyorlar.
İnanç: Avrupa'da, özellikle elitler arasında, Hristiyanların (George W. Bush gibi) zihinsel olarak dengesiz ve kamu görevi için uygunsuz olduğu noktasına kadar varan ileri derecede bir sekülarizm hakimdir. 2005 yılında eşcinsellik gibi konulardaki görüşleri nedeniyle seçkin bir İtalyan siyasetçisi olan katolik Rocco Buttiglione'nin İtalya'nın Avrupa Birliği komiserliği reddedildi. Köklü sekülarizm, aynı zamanda boş kiliseler anlamına da geliyor: araştırmacıların tahminine göre, şehir Müslüman dinine doğanlardan 7 kat daha fazla Hıristiyan doğanlara ev sahipliği yapsa da Londra'da Cuma günleri camiye Pazar günleri kiliseye giden Hıristiyanlardan daha fazla Müslüman gidiyor. Hıristiyanlık güçten düştükçe İslam çağrı yapıyor: Prens Charles pek çok Avrupalının İslam karşısında büyülenmesini örneklerle sergiliyor. Avrupa'nın geleceğinde pek çok din değiştirme vakası olabilir, G. K. Chesterson'a atfedilen özdeyiş de olduğu gibi, "İnsanlar Tanrı'ya inanmayı bıraktığında hiçbir şeye değil, herhangi bir şeye inanırlar."
Avrupa sekülarizm söylemini Amerikalılara oldukça yabancı olan biçimlerde şekillendiriyor. JihatWatch.org sitesinin eski başkan yardımcısı Hugh Fitzgerald bu farkın bir boyutunu şöyle gösteriyor.
Amerikan başkanlarının en unutulmaz sözleri daima İncil'den bilinen ifadeler içerir. ... Bu retorik güç kaynağı geçtiğimiz [2003] Şubat ayında Columbia uzay mekiği havada patladığı zaman da sergilendi. Eğer Amerikan değil de bir Fransız uzay mekiği havaya uçsaydı ve Jacques Chirac bu tür bir konuşma yapmış olsaydı, mekikte yedi astronot olduğu gerçeğini kullanabilir ve pagan antik çağında ilk adlandırılan Pleiades'in görüntüsünü hatırlatırdı. Ağırbaşlı ulusal bir törende, Amerikan Başkanı İbranice İncil'den pasajlarla başlayıp yine İncil'den parçalarla bitirerek her şeyi farklı yaptı. Yeşaya 40:26'dan ekibin dünyevi kaybına bir teselli olarak mükemmel bir geçişe ve Yaratıcı tarafından getirilen meleklere saygıya neden olan bir parça aldı.
İnananlarının cihad duyarlılığına sahip olduğu ve İslami üstünlüğünü savunan Müslümanların güçlü inancı hataya düşen Avrupalı Hıristiyanların inancından bundan daha farklı olamazdı. Bu zıtlık, pek çok Müslümanın Avrupa'yı dini değişim ve egemenlik için olgun bir kıta olarak görmesine yol açıyor. Bu da Ömer Bekri Muhammed'in açıklamalarında olduğu gibi çirkin üstünlükçü iddialar ile sonuçlanıyor ; "İngiltere'nin bir İslam devleti olmasını istiyorum. İslam bayrağının Downing Street 10 numarada göndere çekildiğini görmek istiyorum." Ya da Belçika merkezli imamın öngörüleri gibi: "Yakında bu ülkeyi ele geçireceğiz. Bizi şimdi eleştirenler pişman olacaklar. Bize hizmet etmek zorunda kalacaklar. Hazırlanın, çünkü o an yaklaşıyor."[1]
Nüfus: Demografik çöküş de Avrupa'nın İslamileştirilmesine işaret ediyor. Günümüz Avrupa'sında toplam doğurganlık oranı kadın başına ortalama 1.4 iken nüfusun devam ettirilmesi için her çiftin iki çocuktan daha fazlasına ya da her kadının ortalama 2.1 çocuğa sahip olması gerekiyor. Var olan oran olması gerekenin yalnızca üçte-ikisi; gereken nüfusun üçte-biri doğmuş değil.
Bahsedilen bütün sıkıntılar ve özellikle cömert emeklilik planlarını finanse edecek işçilerin yokluğundan dolayı nüfusun azalmasını önlemek için Avrupa'nın büyük sayıda göçmene ihtiyacı var. Kısmen Müslümanların yakın olmasından (Fas'tan İspanya'ya sadece 13, Arnavutluk veya Libya'dan İtalya'ya bir kaç yüz km.), kısmen sömürge bağları Güney Asyalıları İngiltere'ye veya Mağrib'i Fransa'ya bağladığından ve kısmen de günümüz Müslüman dünyasında dalga dalga göçe neden olan şiddet, zulüm ve yoksulluk hakim olduğundan bu ithal edilen nüfusun üçte biri Müslümanlardan oluşuyor.
Aynı şekilde, Müslümanların yüksek doğurganlıkları yerli Hıristiyanlar arasında var olan çocuk azlığını tamamlıyor. Müslümanlar arasında doğurganlık oranları düşmesine rağmen Avrupa'nın yerli halkının doğurganlık oranından daha yüksek olmaya devam ediyor. Amsterdam ve Rotterdam, 2015 yılında çoğunluğu Müslüman nüfusa sahip ilk büyük Avrupa şehirleri olma yolunda ilerlerken, Brüksel'de "Muhammed" yeni doğan oğlan çocuklarına verilen en popüler isimdir. Fransız analist Michel Gurfinkiel Fransa'da yaşanacak etnik bir sokak savaşında yerli ve göçmen çocukların oranının kabaca bire-bir olacağını tahmin ediyor. Mevcut tahminler 2015 yılı itibariyle Rus ordusunda ve 2050 yılı itibariyle tüm ülkede Müslüman bir çoğunluk olacağını gösteriyor. Buna ek olarak, yüksek doğum oranları Avrupa'daki pek çok Müslüman kadının içinde olduğu modern öncesi koşullarla da alakalıdır.
Miras algısı: Sıklıkla Avrupa'nın siyaseten doğruluğu olarak tanımlanan şeyin daha derin bir fenomeni isim vermek gerekirse çoğu Avrupalının kendi medeniyetlerine yabancılaşma, kendi tarihi kültürlerinin savaşmaya veya korumaya bile değmediği duygusunu yansıttığına inanıyorum. Bu bakımdan Avrupa'nın kendi içindeki farklılıklar da dikkat çekilmesi gereken çarpıcı bir noktadır. Yabancılaşmaya belki de en az eğilimli ülke geleneksel milliyetçiliğin hala egemen olduğu Fransa'dır ve Fransızlar kimlikleri ile gurur duyuyorlar. Vatandaşlarını Winnie-the-Pooh ve mini etek gibi "ulusal hazinelerine bağlayarak yurtseverliği yeniden canlandırmayı uman etkisiz "ICONS - A Portrait of England" gibi hazin hükümet programları ile sembolize edilen İngiltere kendine en çok yabancılaşmış ülkedir.
Bu güvensizlik, Aatish Taseer tarafından Prospect dergisinde açıkladığı üzere, Müslüman göçmenler üzerinde doğrudan ve olumsuz etkiler yapmıştır.
Britanyalılık pek çok genç Pakistanlı için kimliklerinin en sembolik yönüdür. ... Eğer kendi kültürünüzü küçümserseniz yeni gelenlerinizin arayışını başka yerlerde yapması riski ile karşı karşıya kalırsınız. Bu durumda evinden çok uzakta olan pek çok ikinci kuşak İngiliz Pakistanlı için Arapların çöl kültürü İngiliz ya da kıtasal kültürden daha cazip gelmiştir. Sağlam bir kimlik duygusundan üç kez uzaklaştırıldıktan sonra, harekete geçen köktenci İslam'ın ekstra milliyetçi dünya görüşü ikinci kuşak Pakistanlılar için mevcut bir kimlik haline geldi.
Göçmen Müslümanlar Batı medeniyetini ve özellikle cinselliğini (pornografi, boşanma ve eşcinsellik) büyük ölçüde hor görüyorlar. Avrupa'nın hiçbir yerinde Müslümanlar asimile olmamışlardır, farklı ırklarla evlenme nadiren görülüyor. İşte koşulları Amerika Birleşik Devletleri'nden ziyade Avrupa'ya benzeyen Kanada'dan renkli bir örnek: Ülkenin ilk terör ailesi olarak bilinen ünlü Khadr ailesinin annesi Nisan 2004 tarihinde oğullarından biri ile birlikte Afganistan ve Pakistan üzerinden Kanada'ya döndü. Kanada'dan sığınma istemesine rağmen, sadece bir ay önce El Kaide sponsorluğundaki eğitim kamplarının çocukları için en iyi yer olduğunda açık açık ısrar etti. "Çocuklarımı Kanada'da 12-13 yaşına geldiklerinde uyuşturucu kullanmaları ya da eşcinsel ilişkiye girmeleri için yetiştirmemi ister misiniz? Bu daha mı iyi olur?"
(İroniktir, geçmiş yüzyıllarda, tarihçi Norman Daniel tarafından belgelendiği üzere, Hıristiyan Avrupalılar çok eşli ve haremleri ile aşırı derecede cinselleşmiş olan Müslümanlara tepeden baktılar ve bu nedenle kendilerini ahlaki olarak üstün hissettiler.)
Özetlemek gerekirse, bu ilk argüman Avrupa'nın İslamileşeceğini, ehl-i kitap statüsüne sessizce boyun eğeceğini ya da İslam dinine döneceklerini söylüyor, çünkü bu argümana göre Avrupa'nın yin ile Müslümanların yang'ı çok uyumlu: düşük ve yüksek dindarlık, düşük ve yüksek doğurganlık, düşük ve yüksek kültürel güven.[2] Avrupa, Müslümanların geçmek için yürüdüğü açık bir kapıdır.
II. Müslümanların İstenmemesi
Ya da o kapı suratlarına mı kapatılacak? Amerikalı köşe yazarı Ralph Peters ilk senaryoyu reddediyor: "Müslümanlar bebek yaparak Avrupa'yı ele geçirme ihtimalinin keyfini sürmekten çok uzaktalar, Avrupa'da fazla zamanları kalmadı. ... Müslümanların Avrupa'yı ele geçireceği öngörüsü ... tarihi ve Avrupa'nın kökü kazınamaz saldırganlığını görmezden geliyor." Peters, bunun yerine Avrupa'yı "soykırım ve etnik temizliği mükemmelleştirmiş" bir yer olarak tasvir ediyor, Müslümanların öldürülmeyip "ülkeden atılacakları için şanslı" olacağını öngörüyor. Yazar Claire Berlinski, Menace in Europe: Why the Continent's Crisis Is America's, Too isimli kitabında "tarihteki çatışma ve kalıplar ... ayaklarını sürüye sürüye Avrupa tarihinin ortasından geliyor" diyerek ve bunun şiddeti pekala da tetikleyecek olduğuna işaret ederek bu argümanı örtülü bir şekilde kabul ediyor.
Hala kıta nüfusunun yüzde 95'ini oluşturan bu senaryodaki yerli Avrupalılar bir gün uyanıp kendilerini savunacaklar. "Yeter!" diyecek ve tarihsel düzenlerini geri isteyecekler. Bu çok uzak bir durum değil; halktan daha az yoğun olmak kaydıyla elit Avrupalılar arasında da var olan kızgınlık halihazırda gelmekte olan değişikliklere işaret ediyor. Fransa'da başörtü mevzuatı, ulusal bayrak ve Hıristiyan semboller ile ilgili kısıtlamaların yarattığı rahatsızlık ve devlet davetlerinde şarap servis etmekteki ısrarcılık bu kızgınlığın örnekleri arasındadır. 2006 yılının başlarında bir kaç Fransız şehrinde kendiliğinden gelişen fakirlere domuz çorbası dağıtma hareketi bilinçli olarak Müslümanları dışlıyordu.
Bunlar kuşkusuz ufak meseleler ama ayaklanan göçmenlik karşıtı partiler pek çok ülkede halihazırda yükselmiş durumda ve sadece sınırların etkili bir şekilde korunmasını değil yasal olmayan göçmenlerin sınır dışı edilmesini talep etmeye başlıyorlar. Avrupa'da bölgenin yerel halkının haklarını koruyan nativistik hareket gözlerimizin önünde büyük oranda fark edilmeden şekilleniyor. Fransa'da 2002 yılındaki başkanlık yarışı Jacques Chirac ile neo-faşist Jean-Marie Le Pen arasında bir rekabete dönüştü. Harekatın şimdiye kadar ki sicili yetersiz olsa da, büyük bir potansiyele sahip. Göç ve İslam karşıtı partiler genellikle neo-faşist kökene sahipler ama her geçen gün daha çok saygı kazanıyor, inanç, demografi, kimlik ile ilgili sorular üzerine ve İslam'ı ve Müslümanları tanımaya odaklanma yerine anti-Semitik kabuklarını ve güvenilmez ekonomik teorilerini ortaya döküyorlar. İngiliz Ulusal Partisi ve Belçika'nın Vlaamse Belang bu tür bir saygınlık kazanmaya doğru ilerleyen iki örnektir ve saygınlığı belki bir gün seçilebilirlik de izleyebilir.
Bazı siyasi partiler hali hazırda gücün tadına da vardı. Jörg Haider ve Avusturya Özgürlük Partisi kısa bir süre için de olsa görevdeydiler. İtalya'da Kuzey Ligi iktidardaki koalisyonun bir parçasıydı. Büyük olasılıkla bu siyasi partiler anti-İslamcılıkları duruşları nedeniyle daha da güçlenecekler. Bu anti-İslami mesajlar yankı bulduğundan ana akım partiler de kısmen onların mesajlarını adapte edecekler. (Danimarka'nın Muhafazakar Partisi bu tür bir modeldir; 72 yıllık bir yabanilikten sonra göç ile ilgili öfkeden dolayı 2001 yılında iktidara döndü. Olasılıkla, bu partiler, sinyalleri hissedilen Afrika'dan toplu göçler de dahil olmak üzere Avrupa'ya olan göçler kontrolden çıkarak çok daha yüksek rakamlara ulaştığı zaman durumdan fayda sağlayacaklar.
Ulusal partiler, bir kere iktidarı elde edince çok kültürlülüğü reddedecek ve geleneksel değerleri ve örf ve adetleri yeniden kurmayı deneyecekler. Sadece kullanacakları metotlar ve Müslümanların buna reaksiyonu üzerine spekülasyon yapılabilir ama 2005 sonlarındaki Fransız ayaklanması ilerde neler olabileceği ile ilgili bir fikir veriyor. Peters, bazı grupların faşizan ve şiddet içeren yönleri üzerinde duruyor ve Müslüman karşıtı tepkinin tehlikeli biçimler almasını bekliyor. Hatta "ABD Deniz Kuvvetleri gemilerinin demir attıkları ve ABD Bahriyelerinin Avrupalı Müslümanların güvenli bir şekilde tahliyesini garantilemek için Brest, Bremerhaven ya da Bari'ye gidiyorlar" diye bir senaryo bile çiziyor.
Müslümanlar yıllar boyunca ardından sürgün ve katliamın geleceği bu tür bir mahpusluk ve acımasızlık ile ilgili endişeliydiler. 1980'lerin sonlarında Londra Müslüman Enstitüsü'nün direktörü rahmetli Kalim Siddiqui "Müslümanlar için Hitler tarzı gaz odaları" hayalini ortaya koydu. Shabbir Akhtar, 1989 yılında yayınladığı Be Careful With Muhammad isimli kitabında Müslümanları kastederek "Avrupa'da bir dahaki sefere gaz odaları kurulduğunda içinde kimlerin olacağına dair şüphe yok" uyarısında bulundu. Hanif Kureishi'nin 1991 yılında yayınladığı The Buddha of Suburbia/Varoşların Buda'sı isimli kitabında "beyazlar sonunda siyahlar ve Asyalılara karşı döndüler ve bizi gaz odalarında zorla sokmaya çalıştılar" diyen bir karakter bir gerilla savaşının hazırlığını yapıyor.
Ancak, son zamanlardaki tehdit ve terörizm yöntemlerini göz önünde bulundurarak—büyük olasılıkla Avrupa, şiddete ön ayak olan Müslümanlar ile aralarını iyileştirme çabalarına barışçıl ve yasal bir şekilde başlayacaktır. Birden fazla anket İngiliz Müslümanlarının yaklaşık yüzde 5'inin 7 Temmuz bombalamasını onayladığını göstermekte ve bunun da güç kullanmaya genel olarak hazır olunduğunu düşündürtmektedir.
Nasıl olursa olsun, Avrupa'nın tekrardan otorite kullanımına başlamasının karşılıklı işbirliği içinde olacağı varsayılamaz.
III. Müslümanların Entegrasyonu
En mutlu senaryoya göre, otokton Avrupalılar ve Müslüman göçmenler bir anlaşma yolu bulurlar ve beraber ahenk içinde yaşarlar. Belki de Jeanne-Hélène and Pierre Patrick Kaltenbach tarafından 1991'de yapılan La France, une chance pour l'Islam ("Fransa, İslam için bir Fırsat") araştırması bu iyimser beklentinin klasik bir açıklamasıydı. Héléne ve Kaltenbach, "Tarihte ilk kez İslam'a demokratik, zengin, laik ve barışçıl bir ülkede uyandırılma şansı veriliyor" diye yazdılar. Bu umut verici durum hala var olmaya devam ediyor. 2006 ortalarında Economist dergisi başyazarlarından biri "en azından şu an için, Eurabia ihtimali korkutucu gibi görünüyor" iddiasında bulundu. Ayrıca Harvard İlahiyat Fakültesi İslami Araştırmalar doçenti Jocelyne Cesari aynı zamanda bir dengenin var olduğunu söyledi: "İslam Avrupa'yı değiştirdiği gibi Avrupa İslam'ı değiştiriyor." Cesari, "Avrupa'daki Müslümanlar Avrupa devletlerinin doğasını değiştirmek istemiyorlar" çıkarımını yapıyor ve onların kendilerini Avrupa şartlarına adapte etmelerini bekliyor.
Maalesef ki, böyle bir iyimserlik çok zayıf bir temele sahip. Avrupalılar Hıristiyanlığı yeniden keşfedebilir, daha fazla çocuk yapabilir ve kendi sahip oldukları mirasa değer verebilirlerdi. Gayrimüslimlerin göçünü cesaretlendirebilir veya hali hazırda aralarında bulunan Müslümanları kültürleştirebilirlerdi. Ancak ne bu gibi değişiklikler başlamış durumda ne de bunların olma ihtimali var. Aksine, Müslümanlar yerli komşularıyla aralarında farklı itilaflar ve hırslar geliştiriyorlar. Endişe verici bir şekilde, her kuşak kendinden önce gelenlere yabancılaşmış görünüyor. Kanadalı romancı Hugh MacLennan ülkesinin İngiliz-Fransız ayrılığını "Two Solitudes" isimli kitabında dile getiriyor; insan benzer şeyler görüyor, ama bu Avrupa'da çok daha belirgin. Örneğin, İngiliz Müslümanlarının yaptığı anketler çoğunun İngiliz ve Müslüman kimlikleri arasında bir çatışma algıladıklarını ve İslam hukukunun kurumsallaşmanı istediklerini bulguluyor.
Müslümanların Avrupa'nın tarihi sınırlarını kabul etme ve Avrupa içinde kolayca entegre olma olasılığı değerlendirmeye neredeyse alınamayabilir. Sıklıkla "Ya İslam Avrupalılaşacak ya da Avrupa İslamlaşacak" diye uyaran Göttingen Üniversitesi profesörü Bassam Tibi kıtadan umudunu şahsen kesmiş duruma. Geçtiğimiz günlerde, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Cornell Üniversitesi'ne gitmek için 44 yıldır yaşadığı Almanya'dan ayrıldığını açıkladı.
Sonuç
Amerikalı köşe yazarı Dennis Prager'in özetlediği gibi: "Batı Avrupa için İslamlaştırılma ya da bir iç savaş yaşamaktan başka bir gelecek senaryosu hayal etmek zor." Gerçekten, Avrupa'nın seçimlerini etki sahibi güç odaklarının Müslümanların yönetimi ele geçirmesi ya da Müslümanların istenmemesi, Avrupa'nın Kuzey Afrika'nın bir uzantısı olması ya da iç savaş benzeri bir durumda olması gibi iki farklı yöne çekmesi, Avrupa için son derece sevimsiz iki alternatif yol tanımlamış görünüyor.
Peki bu senaryolardan hangisi gerçekleşecek? Bu sorunun yanıtını verecek belirleyici olaylar henüz gerçekleşmedi, bu nedenle gelecekte ne olacağına hiç kimse karar veremez. Ancak, karar verme zamanı hızla yaklaşıyor. Gelecek on yıl içinde ya da ona yakın bir sürede, bugünün gelgitleri sona erecek, Avrupa-İslam denklemi daha da sertleşecek ve kıtanın gelecekteki rotası belirginleşecektir.
Bu rotayı tarihsel olarak bir benzeri görülmediği için doğru bir şekilde tahmin etmek çok daha zordur. Hiçbir büyük alan ne nüfusun, inancın ve kimliğin çökmesinden dolayı bir medeniye. tten diğerine evrilmiş ne de halklar aileden kalma mirası geri almak için bu kadar büyük bir ölçeğin üzerinde yükselmişlerdir. Avrupa'nın sıkıntısının yeniliği ve büyüklüğü anlaşılmasını zorlaştırıyor, gözden kaçmasına neden oluyor ve tahmin etmeyi neredeyse imkansız hale getiriyor. Avrupa bizi uygun adım bilinmeyen bir yere doğru götürüyor.
Sayın Pipes (www.DanielPipes.org) Orta Doğu Forumu'nun direktörü ve Pepperdine Üniversitesi'nde misafir profesördür. Bu makale Woodrow Wilson Merkezi'nde "Euro-Islam: The Dynamics of Effective Integration/Avrupa-İslam: Etkili Entegrasyonun Dinamikleri" üzerine verilen bir konuşmadan adapte edilmiştir.
[1] De Morgen, 5 Ekim 1994. Koenraad Elst, "The Rushdie Rules", Middle East Quarterly, Haziran 1998.
[2] Bu üç yönde Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin 25 yıl önce bugün olduğundan çok daha benzer olması dikkat çekicidir. Bu, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin iki kola ayrılmasının sonuçlarının yüzyıllar öncesine dayanan tarihsel kalıplardan az, 1960'lardaki gelişmelerden daha çok olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak bu on yıl Amerika'yı ne kadar etkilemiş olsa da, Avrupa'daki etkisi çok daha derin olmuştur.