Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın İsrail parlamentosuna hitap etmek için Kudüs'e yaptığı ünlü ziyaretinden bu yana geçen yirmi yılda Arapların İsrail'i yok etmek çabalarının geçmişte kaldığı konusunda bir fikir birliği oluştu. Arap meselelerinin aklı selim araştırmacısı Fouad Ajami bile Sedat'ın yolculuğundan bir yıl sonra Orta Doğu çatışmasının "artık İsrail'in varlığı ile ilgili değil sınırlar ile ilgili" olduğunu yazdı. Ve Eylül 1993'den, yani Yaser Arafat ve İshak Rabin Beyaz Saray'ın bahçesinde el sıkıştıklarından beri, şimdi Arap dünyasının çoğunluğunun gerçek niyetinin barışı sağlamak olduğu fikri sağduyu haline geldi, sayısız varyasyonları siyasetçiler, diplomatlar, gazeteciler ve entelektüeller tarafından yinelendi ve daha güçlendirildi
Böylece, Oslo'da güvence altına alınan barış anlaşması İsrail'in o dönemdeki Dışişleri Bakanı Şimon Peres için Arap düşüncesinde "yeni Orta Doğu'da" öncülük edecek bir "devrimi" temsil ediyordu. Eski yüksek düzey Suriyeli yetkili M. Z. Diab'a göre, "Arapların çoğunluğu, özellikle doğrudan doğruya endişe duyanlar – Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistinliler – İsrail'i beraber yaşanacak bir gerçek olarak kabul ettiler." Başkan Yardımcısı Al Gore'un kanısı, "[bölgedeki] liderlerin ve insanların büyük bir çoğunluğu barış sürecine bağlı" olduklarıydı. Christian Science Monitor haber örgütü için Oslo anlaşması "Orta Doğu'da Yahudiler ve Araplar arasındaki ilişkiyi sonsuza kadar değiştirdi." Önemli bir İsrailli analisti olan Barry Rubin'e göre Arap dünyasında İsrail'i yok etme arzusu bir "azınlık pozisyonu" haline gelmişti.
Bu gibi değerlendirmeler doğru mu?
Kuşkusuz, son yıllarda Arapların İsrail'e yönelik eğilimleri önemli ölçüde değişti. Bazı eski düşmanlar kendilerini Yahudi devletinin varlığına anlaşır bir biçimde alıştırdılar. Sedat'ın yaptıkları zaten yeterli bir kanıt ve Ürdün Kralı Hüseyin de barış içinde bir arada yaşama arzusunu gösterdi. Ülkelerinin 1990-91'de Irak tarafından işgali ile travma geçiren pek çok Kuveytli, Suriye'nin işgalinin insafına kalan pek çok Lübnanlı gibi İsrail'in çıkmazıyla ilgili kişisel bir anlayış ve sempati geliştirdiler. Arap dünyasında çok sayıda iş adamı dikkati ve kaynakları çok daha acil endişelerden uzaklaştıran uzlaşmazlığı sona erdirmeye istekli görünüyorlar ve askeri yetkililer yakın bir zamanda İsrail ile yeniden bir kapışmadan kaçınmayı açıkça tercih edeceklerdir.
Ancak bu gibi duygular ne kadar cesaretlendirici olursa olsun, diğer tarafta İsrail'e dönük nefret sona ermedi. Aksine Arap reddiyeciliği – İsrail'i yok etme niyeti – pek çok form alarak gelişmeye devam ediyor. Reddiyeci Araplar Yahudi devletinin oturduğu topraklarla ilgili çelişkili tasarımlara sahipler. Filistinliler Ürdün nehrinden Akdeniz'e kadar uzanan yeni bir ülke kurmanın peşinden koşuyorlar; pan-Suriye milliyetçileri "Filistin'i" Büyük Suriye'nin bir bileşenine dönüştürmek istiyorlar; Arap milliyetçileri İsrail'in topraklarını büyük bir Arap devletinin eyaleti olarak görüyorlar; köktendinci Müslümanlar pan-İslamcı bir cumhuriyetin kurulması için dua ediyorlar ve bunun gibi benzer diğerleri de var. Hepsi de İsrail haritadan yok olması gerektiği konusunda hemfikirler.
Aralarında köktendincilerin genellikle çok daha aleni davrandığı reddiyeci liderlerden bazıları amaçlarından açıkça bahsediyorlar. İran'ın lideri Ali Akbar Khamene'i "İsrail'in ortadan kaybolmasını" açıkça öne sürüyor. Köktendinci İslamcı örgüt Hamas'ın sözcülerinden biri, "Gerçek barış sadece Filistinlilerin anavatanlarına dönmesiyle ve Siyonist saldırganların geldikleri ülkelere geri gönderilmesiyle sağlanabilir" diyor. İki aşamadan bahseden bazı diğerleri ise daha ustaca davranıyorlar – şu anda İsrail'i kabullen sonra kaderin çarkları dönmeye başladığında ve Araplar bir kez daha güçlü olduğunda yok et. Yaser Arafat İsrail'i kabul etme vaadini cihat yani kutsal savaşın şiddet içeren bir dili ile dengeliyor.
Batılılar ve bazı İsrailliler Arap liderlerin İsrail karşıtı iğneleyici sözlerini daha çok retorik olarak görme eğilimindeler. Şimon Peres'in ifade ettiği gibi, "Bunlar sadece kelimeler": "Bırakın konuşsunlar." Diğerleri demagogların yönettiği nüfusun daha barışçıl bir şekilde tasfiye edildiği inancına sığınıyor. Jimmy Carter'in belirttiği gibi, "Arap halkı barışa ihtiyaç duyuyor ve istiyor." Ancak bilakis durum bunun tam aksi gibi görünüyor: az sayıdaki Arap diktatörü düşünme şekillerinde halklarından daha fazla esneklik gösteriyorlar.
Bu konuda örneği Mısır ve Ürdün teşkil ediyor. Sedat Kudüs'e seyahat etmiş olabilir ama Mısır kamuoyu asla onun peşinden gitmedi. Dört yıl sonra Sedat öldü - büyük ölçüde aradığı ve kazandığı İsrail ile uzlaşma yüzünden öldürüldü; ardında bıraktığı miras reddedildi ve arkasından yas tutulmadı. Camp David'den sonraki yirmi yılda Mısırlıların İsrail'e yönelik duyguları kötüden feciye doğru ilerledi. Ezici sayıdaki siyasetçiler, aydınlar, gazeteciler ve dini liderler Sedat'ın bıraktığı mirası reddetmeye ve Yahudi devletine dil uzatmaya ve hakaret etmeye devam ediyorlar.
Ürdün'ün hikayesi de benzer ve hatta biraz daha gaddarca. Medeni, Batıya dönük, dostane eğilimli Kral Hüseyin İsrail'in komşu bir devlette umduğu her şeyi temsil ediyordu. Sadece anlaşmayı imzalamakla kalmadı, ateşi üstündeki Camp David anlaşmasının çok daha ötesine giderek ülkesinin İsrail ile olan bağlarına kendi duygularını kattı. Aynı yılın başlarında askerlerinden biri yedi İsrailli kız öğrenciyi öldürdüğünde, kral yaslı ailelerin her birine kişisel taziye ziyareti yapmak için İsrail'e gitti. Ancak Ürdün halkı hükümdarlarının etrafında bir araya gelmedi. Profesyonel dernekler üyelerinin İsrailliler ile temas kurmasını yasaklıyorlar. İş dünyası İsrail mallarını resmi olmayan bir şekilde boykot ediyor. Dini liderler Siyonistler ve İsrail hakkında çirkin iftiralar yayıyorlar. Kız öğrencileri öldüren asker sadece aşırıcılığın dar çevresinde değil her yerde bir kahraman olarak selamlandı.
Ürdün ve Mısır'daki popüler ruh hali göz önüne alındığında, uzun vadede, İsrail daha fazla bu iki komşusunun barış içinde kalmasına onlarla paktlar ve anlaşmalar imzalamadan güvenemez. Hatta Ürdün ve Mısır için geçerli olan başka yerlerde daha da doğrudur: reddiyeciliğin Arap caddelerinde yaygın olduğuna dair kaçınılmaz gerçek. Lübnanlı köktendinci Ayetullah Fadlallah İsrail ve eski düşmanları arasında gerçek bir uzlaşma olmadığını ve "sadece bunun İsrail ile halklarını temsil etmeyen seçilmemiş Arap ve Müslüman liderler arasındaki bir barış" olduğunu belirtirken haklı. Orta Doğu politikalarının alt-üst olmuş dünyasında, barış büyük ölçüde popüler tutkuları kontrol altında tutan Arap despotlara bağlı, ancak otokrasinin bu bölgesinde bile halklar eninde sonunda istediklerini yaparlar.
Kalıcı görünen bu düşmanlığa ne sebep oluyor? Bu konuda bir kaynak Müslümanların fethedip yerleşmesinden sonra toprakların İslami mirasın (vakıf) devredilemez bir parçası haline geldiği inancından beslenen tarihi hafıza. Bir gün tazmin edilmesi gereken bir soygun. 1492'de İspanya'nın tamamının Hıristiyanların eline geçmesinden üç asır sonra, Müslümanlar aktif olarak restorasyon hayali kurmaya devam ettiler; değerli bilim adamı Bernard Lewis Müslüman gözünde bunun "yanlış bir şekilde alınmış ... ve geri verilmeye mahkûm" İslami bir zemin olduğunu yazıyor. İsrail söz konusu olduğunda iki aşağılama daha var: Kudüs'teki kutsal İslami yerlere sadece yabancıların değil aynı zamanda bunlara tarihsel olarak etkisiz şu anda dayanılmaz şekilde güçlü Yahudilerin sahip olması
Bu belirli aşağılamanın hissedildiği yoğunluk kısmen modern dünyada çok az paraleli olan Arap siyasi kültürünün bir diğer niteliğiyle, yani vizyonların, aşkların ve nefretlerin oynadığı orantısız rol ile açıklanabilir. Arap dinleyicileri Mısırlı Cemal Abdül Nasır ya da Iraklı Saddam Hüseyin gibi toptan imha eylemleriyle huşu uyandıran yeni bir düzen yaratmaya yemin eden liderlerin verdiği sözler heyecanlandırıyor. Bu tür bir radikalizmin Filistinliler arasında özel bir yeri var gibi görünüyor. Körfez Savaşı sırasında Saddam Hüseyin'in Amerika Birleşik Devletleri'ni ezeceğini öngören Filistinli bir aktivist bunu "Yaptığın şeye inandığında sonuçlarını düşünmüyorsunuz" diye açıklıyor. İsrail'e yönelik devamlı bir mücadele gereksinimden bahseden bir diğeri "Rasyonel bir tartışma yapacak bir ruh hali içinde değiliz" diye ekliyor.
Tarihsel hafızanın rolü ve Arap siyasal duygusunun tutkulu yoğunluğu beraberce en şiddetli eylemlerin bile—bir devleti ortadan kaldırma ve halkını öldürme—uzun süredir sıradan bir şey olarak kabul gördüğü Arap siyaset alanının nedenini açıklayabilir. Orta çağ Haçlıları tarafından kurulan, on-ikinci yüzyılda yok edilen ve halkı dağıtılan Latin Kudüs Krallığı ile ilgili başarı hala modern Araplara bir model olarak hizmet ediyor. 1957'de Arap bir tarihçinin cümleleriyle: "Arap özgürleşme hareketinin liderleri tarafından bugün [İsrail'e karşı] yürütülen mücadele Haçlıları yenmek için Eyyubiler ve Memlukler tarafından yürütülen ile aynıdır." 1990-91'de Kuveyt'in yedi aylık işgali sırasında Saddam Hüseyin aynı modeli uyguladı. Kuveyt halkı evlerinden kovalanarak atılırken Kuveyt'in ismi tarihi, bayrağı, parası ile birlikte ortadan kayboldu. Suriye'nin Esad'ı Lübnan'ı kuvvetten düşürdü ve nüfusun büyük bir kısmını ihraç etti. Diğer devletler aynı kaderi paylaşma tehlikesi ile karşı karşıyalar: Ürdün Suriye, Irak ya da Suudi Arabistan'ın kursağına giderken Bahreyn her an işgal edilebilir ve on-dördüncü yüzyıl İran'ının eyaletine dönüştürülebilir. En azından bu sınırlı ama gerçek sezgi anlamında İsrail yalnız değil.
İsrail 50 yılı aşkın süredir derin Arap reddiyeciliği ile baş etmek için iki araca güveniyordu: savaşta ezici bir zafer kazanma becerisi ve barışta cömert bir yüce gönüllülük gösterme istekliliği. Askeri üstünlüğün temel amacı ülkeyi saldırılardan korumak olmasına rağmen, aynı zamanda İsrail'i taşınmaz ve kalıcı bir varlık olarak kurmaktı. İsrail o kadar güçlü ve güvenli ki, onu ortadan kaldırma hayalı başarılı olamayacak. Madalyonun öteki yüzü olan yüce gönüllülük İsrail için kendini Arapların çok fazla şey kazanacağı ve barışta korkacak hiçbir şeyinin olmadığı kabul edilebilir bir komşu olarak kanıtlamanın yolu oldu.
Fakat ne güç ne de yüce gönüllülük ne de bu ikisinin birleşimi İsrail'in temel sorunlarını çözmedi. Doğru, İsrail'in savaş meydanındaki parlak zaferleri bölgesel diplomaside kazanımlarla sonuçlandı.
Ancak bu kazanımlar mütevazidir ve acı verici derecede de yavaştır. Tarihteki en belirleyici askeri zaferlerden biri olan 1967 Altı Gün Savaşları ilk başta Hartum konferansının ünlü "Üç Hayır'ının" tanımamasına ("İsrail ile barışa hayır", "İsrail'in kabul edilmesine hayır", "İsrail ile pazarlıklara hayır") neden oldu. İsrail FKÖ'yü Lübnan'da ezdikten ve Orta Doğu'nun en uzak noktalarına dağıttıktan sonra örgüt var olmaya ve İsrail'in yok edilişini planlamaya devam etti.
İsrail'in tarihi boyunca cömertçe uygulanan yüce gönüllülük sertlikten daha az başarılı olmuştur. Sınai yarım adasının üç kere Mısır'a verilmesi – 1949'da İngiliz baskısı, 1957'de ABD baskısı ve 1979'da kendi iradesiyle – Mısırlıların gözünde ne İsrail'in parya statüsünü ne de yüksek düzey Mısırlı yetkililerin son zamanlarda İsrail'in Filistin tarafından iddia edilen toprak işgali devam ederse ikinci bir "Yahudi Holokost'u" başlatma tehdidi gibi korkunç tehditler yöneltmesini sona erdirdi.
İsrail'in cömertlik ve taviz politikasının destekleyen psikoloji, çevreleyen siyasi dünyanın kökleşmiş varsayımlarına aykırıdır. İyi niyet göstermek yerine tavizler ya daha fazla tavize yönelik iştahı açığa çıkararak ya da İsrail'in uzlaşma çabalarının bir komplonun parçası olduğuna dair paranoyak fantezisiyi kışkırtarak korunmasızlık ve zayıflık duygusu verir. En sonunda, hangi dürüst nedenle güçlü bir devlet zayıfmış gibi davranır? 1994-95 yılında yapılan bir Arap kamuoyu araştırmasına göre, Filistinlilerle müzakere edilmiş bir çözüm olasılığı konusunda bir iyimserliğin en yüksek noktasında Arapların yüzde 87'si İsrail'in bölgesel ekonomik hegemonya kurmak ve su kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek gibi netameli art niyetlerin peşinde koştuğuna inanıyordu. İsrail "savaş ile yapamadığını barış ile yapacak" düşüncesi bu günlerde Mısır gazetelerinde sıklıkla tekrarlanıyor.
İsrail'e karşı nefret besleyen ve sürdüren akımlar Arap zihnine sıkıca yerleşmişse neden pek çok Batılı Arap reddiyeciliğinin azaldığını düşünüyor? Neden pek çoğu bu gerçeklerle yüzleşmek istemiyor? Bazıları açısından yanıt Orta Doğu'ya genel olarak aşina olmadıklarında ve Arap yaşamında var olan tutkuların ve düşmanlıkların derin doğasını kabul etme beceriksizliğinde yatabilir. Diğerleri açısında suçlu bir tür entelektüel projeksiyon olabilir: biz kendimiz milliyetçi özlemler ve dini misyonlar yerine refah ve barış gibi şeylere değer verdiğimizden herkesin de mutlaka aynı olmasını varsayıyoruz.
Şimon Peres'in İsrail ve Arap komşuları arasında "Benelüks tarzı" ilişki vizyonu bu bakış açısının bir örneğidir. Aynı minvalde, 1994'de Dünya Bankası'nın Orta Doğu'dan sorumlu başkan yardımcısı Caio Koch-Weser barış sürecinin başarılı olması için "Filistinlilerin yaşam koşullarındaki gelişmeleri hızla görmeleri gerektiğini" söyledi. Ancak Filistinliler sadece iyi yaşama ilgi duyuyorlar mı, İsrail'in dinamik ekonomisi ile girecekleri rahat bir sinerjiye alışırlar mı? Bunun yerine, İsrail'in yok edilme amacını daha ileri taşıyacaksa daha iyi bir yaşamın koşulları ihtimalini feda etmeye oldukça hazır olduklarını defalarca gösterdiler.
Kaynakları ne olursa olsun, İsrail'de ve Batı'da pek çok kişinin Arap niyetlerine kredi vermeme ya da reddetme zayıflığı İsrail'in bugün kendini içinde bulduğu dilemmayı inanılmaz şekilde karmaşıklaştırıyor. Ne yazık ki, araziyi aydınlatmanın avantajlarına sahip olsa da açık görüşlülük bile ileriye yönelik çekici bir yol önermiyor.
Kişinin varlığını reddeden ortaklarla ya da sadece popüler iradeyi engelleyerek pazarlık yapan liderlerle "barış sürecine" girmek tehlikelerle doludur. İsrail savaş yorgunluğu hissi verirse, müzakereler komşularından kazanması gereken tavizlere ve konfora yol açmayacaktır. Aksine, böyle bir duruş saldırganlığı cesaretlendirecek ve düşmanların ayak diremesine neden olacak, sabır stratejisinin ve baskının onlara olanak sağlayacağı ve sonunda üstün gelecekleri inancını yerleştirecektir. Bu Filistinlilerin İsrail'in tavizlerine verdiği yanıtta canlı bir biçimde görülebilir: taleplerde bir yumuşamadan ziyade bir artış ve İsrail'in kararlılığını zayıflatacak Yahudi sivillere yönelik intihar bombaları.
Bu İsrail'i sadece bir alternatif ile baş başa bırakıyor – dayanmak ve kararlılık ya da caydırıcılık politikasının Arap liderler ve belki de sonunda Arap halkı üzerinde işe yaramasını beklemek. Kararlılık pasiflik ile aynı şey değil. Daha çok hem İsrail hem de esas müttefiki Amerika Birleşik Devletleri açısından diplomatik aktivitenin odağında net bir değişim olması çağrısında bulunan bir politika. Böylece, bir ekonomik konferansa hükümetlerin katılması gibi, Arap onayının yan ürünlerine konsantre olmak yerine – İsrail'in duruşunu sadece mikroskobik olarak artıran bir şey – kararlılık politikası hem Kudüs hem de Washington'un Arap reddiyeciliğinin tartışılmaz şekilde sona ermesi ile başlayarak kabulün esasları üzerine gece gündüz ısrar etmesini gerektirir. Barışa giden yolun açık uçlu İsrail tavizleri – yerleşimleri kapatmak, Kudüs'ü ikiye ayırmak – ile olduğunu varsaymanın yerine kararlılık politikası hem moral hem de siyasi sorumluluğu gerçekten ait olduğu yere yerleştirir: Arapların İsrail'in makul memnuniyetini karşılayacak İsrail'i kabul ettiklerini göstermeleri ihtiyacı.
Başka unsurlar da belirtilebilir. Kararlılık politikasında daha güçlü çabalar gösterilebilir, örneğin, Arap devletlerini ve İran'ın İsrail'in varlığını tehdit etmenin yeni bir yolu olan operasyonel kitle imha silahlarını elde etmesini engellemek. Arap dünyasında (kuşkusuz risksiz olmayan bir politika) sivil toplumun ve demokratik alışkanlıkların gelişmesini teşvik etmek için sağduyulu girişimlere ciddi önem verilebilir.
Tüm bu düşünce tarzlarının savaştan yorgun düşmüş, barış için sabırsız olan ve ihtiyatlılık politikasının "işe yaramadığına" inanan İsrail vatandaşı açısından açıkça çok az çekiciliği var. Yorgunluk kesinlikle anlaşılabilir ama bu yine de kusurlu bir analizdir. 1987'de, gerekli değişikliklerin yapılması şartı, Amerika'nın sınırlama politikasının umutsuzluğu için makul olurdu: Sovyetler Birliği güçlü bir rakip olarak kaldı ve Amerika Birleşik Devletleri ile küresel rekabetini bırakacağına dair bazı işaretler gösterdi. Ancak nihayetinde, Amerika'nın daha önceki yumuşama politikası kapıyı Sovyet saldırganlığına ve sömürüsüne açtığından tetikte olma nihai zaferin ön koşuluydu. Aynı şekilde, Arap reddiyeciliğinin Berlin Duvarı'nda bir dizi çatlağa neden olan kararlılık eninde sonunda İsrail'in komşularına ülkenin bölgede kalıcı olduğunu göstermenin tek yolunu sunuyor.
İsraillilerin hayal ettiği bu gerçek kabul yalnızca Araplar sonunda Yahudi devletini bugün ya da hiçbir zaman yok edemeyeceklerine inandıklarında gelecek. İsrailliler için ne kadar acı verici olursa olsun, diğer birçoklarına olduğu gibi, yeni Orta Doğu'nun ne zaman doğacağına karar verecek olanın sadece Araplar olduğunu kabul etmeleridir.
DANIEL PIPES üç aylık Orta Doğu Quarterly dergisinin editörü ve son yayınlanan Conspiracy: How the Paranoid Style Flourishes, and Where It Comes From (Free Press)/Komplo: Paranoid Tarz Nasıl Gelişiyor ve Nereden Geliyor.