2 Şubat 1997'de (Çevirenin notu: Aslında 31 Ocak olması gerekiyor) Sincan'da rutin bir olay yaşandı. İsrail'i ve Arap-İsrail barış sürecini telin etmek için Orta Doğu'nun her yanında gibi Sincan Belediyesi de, Ankara'da da bir "Kudüs Günü" etkinliği tertip etti. Sahnede terör örgütü İslami Cihad'ın en son lideri Fethi Şikaki'nin büyük bir posteri asılıydı. Aralarında politikacıların, aktivistlerin ve onur konuğu olarak da –İran'ın Türkiye büyükelçisinin- bulunduğu konuşmacılar, tam da salondakilerin istediği gibi konuşuyorlardı.
Normal şartlarda bu programın çok fazla dikkat çekmemesi gerekiyordu; bu gibi organizasyonlar her gün dünyanın farklı bölgelerinde oluyordu zaten. Hatta tutucu yönetimle idare olunan İran ve Sudan'da İsrail karşıtı eylem ve programlar hükümet destekli olarak gerçekleştiriliyor; Ürdün ve Mısır gibi, İsrail ile resmi anlaşması olan devletlerde hükümetler, bu gibi organizasyonlar olduğu zaman kafalarını başka bir yöne doğru çevirip bir şekilde bu işe izin vermiş oluyorlardı. Amerika'da bile binlerce kişinin katılımıyla büyük otellerin toplantı salonlarında benzer telin programları düzenleniyor.
Fakat geçtiğimiz Şubat ayında işler Türkiye'de biraz karıştı. "Kudüs Günü" programının ertesi günü, üst düzey bir askeri yetkili Hürriyet gazetesine yaptığı açıklamada "Sincan'daki toplantıyı izledim. Gördüklerim karşısında dehşete kapıldım" ifadesini kullanıyor. O günün ertesindeyse ordu, Sincan sokaklarında 20 asker taşıyan araç, 15 tank ve daha başka askeri araçlar yürüttü. Bu tanklardan ikisi konvoyun ana yolu geçişi sırasında "bozuldu" ve önceki gün toplantının yapıldığı salonun bulunduğu caddede saatlerce park etmek zorunda kaldı.
Mesele burada da bitmedi. İçişleri bakanı, bölgenin belediye başkanını tutuklatarak onu görevinden aldı. Belediye başkanı (diğer 11 kişiye) kamu düzenini bozmak ve dini nefret duyguları uyandırmaktan dolayı savcı, Onun Onuru için 12 yıl hapis cezası istedi. İran büyükelçisine "İsrail bizim dostumuzdur, sen onun hakkında böyle konuşamazsın" denilmiş ve büyükelçi Türkiye'den kovulmuştu. Tahran tarafı da fazla uzatmadan Türk büyükelçiyi sınır dışı etmişti.
Bütün bunlar hayret verici şeyler. Kudüs Günü kutladı diye bir şehri aslında işgal ediyorsunuz? Bir belediye başkanını tutukluyor ve İsrail karşıtı söylemlerinden ötürü onu işinden ediyorsunuz? Bir büyükelçinin Siyonizm karşıtlığı yüzünden diplomatik kavgaya tutuşuyorsunuz? 1997 Ortadoğu'sunda bu, ancak Türkiye'de gerçekleşebilirdi. İsrail yanlısı duyguları kabartmak ve İsrail'in kötü gösterilmesini engellemek için çalışan güçlü bir kurumun olduğu Müslüman ülkede. Sincan'da yaşanan bu olaylar çok önemli stratejik bir gelişmenin sinyalini veriyordu: Orta Doğu'nun stratejik haritasını değiştirme, oradaki Amerikan bağlarını yeniden şekillendirme ve İsrail'in bölgesel yalnızlaştırılmasının önüne geçme potansiyellerini içinde barındıran ve bu konuda yeni bir tomurcuk veren Türk-İsrail işbirliğinin.
İnişler Çıkışlar
Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkiler 1949 Mart'ına kadar dayanıyor. İsrail'in varlığını ilan etmesinin üzerinden daha bir yıl bile geçmeden Ankara o tarihte bu Yahudi devletini resmi olarak tanıdığını ilan ediyordu. İsrail ile formal ilişkiler kurmak, Türkiye'nin uluslararası yönelimi hakkında güçlü bir mesaj niteliği de taşıyordu; Türkiye'nin Araplardan uzaklaşıp Batı'ya yaklaşma niyetinde olduğu mesajı. Cemal Abdunnasır 1954'te bu durumu şöyle açıklıyordu: "Türkiye, izlediği İsrail siyaseti yüzünden Arap dünyasında sevilmiyor". Fakat o dönemdeki Türkiye-İsrail bağları daha çok sembolikti. Bu bağları sağlam bir zemine oturtma çabaları da yok denecek kadar azdı. İlişkiler, 1973'te Türkiye'nin Arap petrolüne boyun eğip İsrail'den uzaklaşmasından sonra iyice geriledi. İlişkilerin yumuşaması 10 yılı bulurken; bu sefer Araplarla arası açıldı. İsrail'in 1982'de Lübnan'ı işgal etmesinden sonra Türkiye ve İsrail arasında istihbarat alanındaki işbirliği iyiden iyiye artsa da halklar arasındaki ilişkiler hiç ısınmadı.
1993 yılının yaz mevsiminde başlatılan Oslo süreci, Ankara'yı oldukça memnun etti ve Türkiye'nin İsrail'e bir büyükelçi göndermesi ile karşılık buldu. Hemen ardından, ilk defa bir Türk Dışişleri bakanı İsrail'i ziyaret etti ve ertesi yıl iki ülke arasında güvenlik işbirliği, terörle mücadele ve (Amerikan hükümetinin de yardımıyla) Orta Asya'daki zirai projeler konularında üç antlaşma imzalandı. Üst düzey ziyaretleşmeler devam ederken ve Şubat 1996'da imzalanan askeri eğitim anlaşmasıyla İsrail ilk defa nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülke ile askeri ilişkiye girmiş oldu ve bu anlaşmayla İsrail jetleri Türk hava sahasında serbestçe uçmaya başladı. Mart ayında atılan adımla yine iki ülke arasında serbest ticaret anlaşması imzalandı ve bu anlaşma, iki ülke arasında imzalanan on üçüncü anlaşma oldu.
Ama sonra, Temmuz 1996'da, filizlenmekte olan bu ilişkiye güçlü bir rüzgar çarptı: İsaril'i İranlılar gibi gören fundamentalist Müslüman Necmettin Erbakan, Türkiye'nin başbakanı oldu. Erbakan İsrail'i "ebedi düşman" olarak nitelendirip "İsrail, Arap ve Müslüman dünyanın göbeğindeki kanser mikrobudur" diyordu. Ona göre İsrail, İslam'ın kuyusunu kazıyor ve Müslümanları yok etmek istiyordu. Nil'den Fırat'a kadar genişleyecek bir "Büyük İsrail" projesinden bahsediyor ve Türkiye'deki ekonomik sıkıntıların arkasında "Siyonistlerle yapılan anlaşmalar" olduğunu söylüyordu. Erbakan Türkiye'nin İsrail ile olan bağlarından nefret ediyor ve bir an önce bu bağlardan kurtulmak için çabalıyordu. Haber yorumcuları, Erbakan'ın göreve geldiğinde Türkiye-İsrail arasında son dönemde yapılan anlaşmaları fesh edeceğini öngörüyorlardı.
Türkiye de diğer Orta Doğulu ülkeler gibi olacaktı; Erbakan'ın verdiği sözleri tutacağından hiç kimsenin şüphesi yoktu. Bunca şeyden sonra, başbakan tarafından kastılı bir biçimde etkisizleştirilmeye çalışılan Yahudi devletini ve onunla olan ilişkileri kim savunabilirdi ki?
Atatürk'ün Adamı
Fakat Türkiye farklıydı. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün miras bıraktığı laik anlayış, bu ülkenin en belirgin özelliğiydi belki de. Atatürk fikirlerini, aldığı askeri eğitime borçludur. O, yüz yıl önce askeriyenin basamaklarını birer birer tırmanırken, askeriye laikliği ve Batılılaşmayı temsil ediyordu. Atatürk, bu fikirleri geliştirdi ve sistematikleştirerek bütün ülkeye yaydı. Güçlü iradesi ve edindiği saygınlıkla Türkiye'yi Birinci Dünya Savaşı'ndan bölünmeden kurtaran bir başkomutan oldu ve 15 yıl gibi kısa bir sürede (1923-38) İslam dünyasında halen herhangi bir karşılığı bulunmayan modern fikirlerle ülkeyi güçlendirdi. Türk geleneğinin görünen kısımlarını değil; içerisindeki zihniyeti de değiştirmeyi başardı. Bir tek kişi tarafından gerçekleştirilen böylesi değişiklikler, dünya tarihinde sayılıdır. Yabancı bir gözlemci, Türk'ün nakış gibi işlenebilecek gizli bir mizacı olduğunu söylüyor. Eski başbakan Tansu Çiller de bunu doğru bir şekilde müşahede etmiş ve "Dünyada, değişime bizim kadar açık olan başka bir toplum yoktur" demiştir.
Son altmış yıldır Türkiye, bir bütün olarak Atatürk'ün bıraktığı mirasa dirsek çevirdi; kurumlarından biri hariç: 35,000 kişilik kurumsal kadrosuyla askeriye, o mirasa kutsal bir emanetmişçesine sahip çıktı. Kurumsal kültürün bu denli etkili bir biçimde devamlılığının sağlanması, sıkı bir ideolojik eğitimden geçmiş olan ve Atatürk'ün görüşleriyle uyuşmayan bütün görüşleri bastıran üst düzey askerlerin ülke genelinde oluşturdukları bakış açısı ile mümkün oldu. Dolayısıyla Erbakan ve partisi Refah'ın Temmuz 1996'da göreve gelmesiyle Türk askerinin İsrail'i fundamentalistlerle arasındaki anlaşmazlığın ana unsuru olarak kurgulaması anormal değildi. Askeriye, İsrail ile ilişkilerin sürdürülmesinden ziyade arttırılmasını da istiyordu.
Yahudi devleti, her iki taraf için de bazı hususlarda bir sembol niteliğindeydi; Milan Kundera için olduğu gibi bu iki taraf için de Yahudi devleti "Avrupa'nın kalbiydi". Fakat komşu ülkelerden destek gören Kürdistan İşçi Partisi (PKK)'nin başlattığı ayaklanma, Türkiye'nin acilen çözülmesi gereken bir iç sorunuydu ve İsrail'in bu gibi sorunlarla pratik olarak ilişkisi vardı. Erbakan, örgütün Şam, Bağdat ve Tahran'daki bağlantılarını çökerterek PKK krizini çözebilirdi. Askerse PKK ile doğrudan savaşır ve örgütün destekçilerini, tercihen İsrail ile koordinasyon içerisinde köşeye sıkıştırırdı.
Asker istediğini yaptı; çünkü anayasa askere siyasi bir rol biçmişti; çünkü reel Türk siyaseti askere seçilmiş hükümetin kararlarını veto etme yetkisi veriyordu. Genel Kurmay Başkanı yardımcısı Çevik Bir durumu şöyle açıklıyor:
"Biz, Türk Anayasası'na tamamen uygun davrandık. Anayasa'nın ikinci maddesi, devletimizin laik bir devlet olduğunu söylüyor. Anayasa'nın dördüncü maddesi de bunun asla değiştirilemeyeceğini... Bize Türk toprağını ve Türkiye Cumhuriyeti'ni koruma yetkisini meclis vermiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nde ya da İngiltere'de siyasi sistemi muhafaza etmek askeriyenin görevi değildir; fakat Türkiye'de bu görev bize kanun yoluyla verilmiştir. Siyasi meselelerle ilgilenmiyoruz, yaptığımız yalnızca anayasal sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmektir."
Asker, hükümetler devrildikten sonra (1960, 1971 ve 1980'de) hükümeti devralma ya da en azından siyasetçiler üzerine baskı kurma noktasında her zaman güvenilir bir tercih olmuştur. Generallerin kendi görüşlerini kamuoyu ile paylaştığı Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantılarında milletvekilleri yalnızca nasihat dinlerlerdi; fakat bu sefer başbakan kendini riske atarak bir karşı bir duruş sergiledi. MGK'da 5 sivil yetkilinin yanı sıra her biri laik zihniyetin ürünü olan 5 tane de üst düzey askeri yetkili bulunur. Son toplantıda sivil yetkililerin de 4 tanesi laik idi; aralarında sadece Erbakan fundamentalist kimliği ile ön plana çıktı ve alınan kararları etkileme noktasında da oldukça yetersiz kaldı. Neticede Erbakan 18 Haziran tarihinde istifa etmek zorunda bırakıldı ve yaşanan bu olay, Türkiye'de "yumuşak" ya da "postmodern" darbe olarak kayıtlara geçti.
Genişleyen İlişkiler
Türk ordusunun siyasetteki rolüne teşekkür mahiyetinde gelişen askeri ilişkiler, Türkiye ile İsrail arasındaki yeni ilişkinin merkezine oturdu. Bu ilişkilerde özellikle Sincan hadisesinden sonra gözle görülür bir artış yaşandı. Türkiye Cumhuriyeti Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı Sincan "Kudüs Günü" hadisesinin ardından Şubat ayı sonlarına doğru İsrail'e bir ziyaret gerçekleştirdi; o ziyaret, bu düzeyde gerçekleştirilen ilk ziyaretti. Karadayı, iki ülke arasındaki sıkı ilişkilerin son yıllarda artış göstermesinden duyduğu memnuniyeti dile getirerek, bu ilişkileri daha da ileriye taşımanın en iyi yolunun yüz yüze görüşmeler olduğunu ifade etti ve bunu gerçekleştiriyor olmanın da mutluluğunu yaşadığını aktardı. İsrail Dışişleri Bakanı David Levy'nin 8-9 Nisan'da Ankara'ya gerçekleştirdiği ziyaretle birlikte ciddi anlamda gidip gelmeler başladı. 4-6 Mayıs tarihlerinde Çevik Bir, Savunma Bakanı Turhan Tayan ile birlikte İsrail'e gitti. Ekim ayında, İsrail Genel Kurmay Başkanı Ammon Lipkin Şahak Türkiye'yi ziyaret etti. Her seferinde ciddi bir kalabalık bu isimlere eşlik ettiği için de daha 1997'nin sonuna gelinmeden her iki ülkenin üst düzey komutanları birbirleriyle tanışmış oldular. Altı ay süreli stratejik diyalog başlamıştı, Haziran ayı itibariyle Türk donanmasına ait gemiler, İsrail limanlarına gelip gitmeye başlamıştı. Bu yoğun ve üst düzey gelişmelerin bütün sonuçları kamuoyuna yansımıyordu; fakat resmi duyurulardan ve çenesi düşük subayların söylediklerinden şu beş şey anlaşılıyordu:
Silah geliştirme: 632,5 milyon dolarlık bütçesiyle savunma sanayi alanındaki anlaşma, en büyük anlaşma. Bu anlaşmaya göre İsrail Uçak Sanayi, Türkiye'nin 54 adet Fantom F-4E tipi savaş uçağını modernize ediyordu. "Fantom 2000"'in ise ateşleme gücü ve manevra kabiliyeti yükseltilecek; üstelik görünümü ve elektronik aksanı da iyileştirilecek. İsrail anlaşmayı sağlama almak için Türkiye'ye nerdeyse bütün bu işlerin maliyetine denk gelecek kadar bir kredi verdi. İsrail, Türkiye'deki Amerikan yapımı M-60 cinsi tankları da geliştirme arayışı içerisinde.
Teçhizat alımı: Popeye I füzeleri gibi bazı silahlar, hem Fantom geliştirmeleriyle birlikte geliyor hem de ayrıca satın alınıyordu. Türkiye (kısmi olarak Amerika'nın finanse ettiği ve yapımı halen süren) "Arrow" füze savunma sistemiyle ilgilendiğini, "Falcon" uçak radarı sistemlerinin yanında plastik ve klasik mayın detektörleri ve Türkiye'nin Suriye ve Irak sınırlarına (PKK geçişlerini önlemek için) çekeceği radarlı çit sistemlerini almak istediğini de açıkça ifade etti. İsrail, Türkiye için 5 milyar dolar karşılığında bin adet "Merkava Mark III" cinsi savaş tankı üretebilmeyi ümit ediyor. Diğer raporlar Türkiye'nin "Galil" tarzı piyade tüfekleri, deniz kuvvetleri devriye uçağı, insansız hava araçları ve uçak radar sistemleri ile de ilgilendiğini söylüyor. Bir Türk gazetecinin deyişiyle "Esasında, Türk ordusu İsrail'in sahip olduğu her şeyle ilgileniyor".
Ortak Üretim: Her iki taraf da "Popeye II" cinsi füzelerin üretimi için 150 milyon dolar ortak yatırım yapma konusunda anlaştılar. "Delilah" cinsi uzun menzilli füzelerin üretilmesi konusu ise müzakere aşamasında.
Eğitim: Türk F-16 pilotları ve mürettebatları İsrail'de elektronik savaş eğitimi alırken İsrailli pilotlar da Anadolu'nun dağlık bölgelerinde sınırsızca uçuş talimi yapma serbestisine sahipler (dağlık arazide uçuş talimi yapmak, deniz üzerinde uçmaktan çok daha farklıdır. Üstelik İsrailli pilotlar böylece olası bir İran görevine hazırlanma imkanı da buluyorlar). Pilotlar yılda sekiz kere diğer ülkeye gidiyorlar. İki ülke, Haziran 1997'de Akdeniz üzerinde, arama-kurtarma çalışmalarına hizmet etmek maksadıyla, ortak hava ve deniz tatbikatları düzenledi. Bu tatbikatlar hiç de şaşılmayacak bir şekilde Suriye sahillerine yakın uluslararası sularda gerçekleştirildi. Bu alanda atılan en önemli adımsa Ankara ve Kudüs'ün Amerika ile birlikte beş gün sürecek 3 aşamalı bir deniz tatbikatı yapacağını ilan etmesi oldu. Bu tatbikatın ismi "Reliant Mermaid" (Deniz Kızı) idi ve normal şartlarda 1997 Kasım'ının ortasında başlaması planlanıyordu. Fakat bölgedeki diğer ülkeleri şoka sokan bu tatbikat, iki kere ertelendi. Hangi sebepten ötürü ertelendiği konusunda ise hiç bir açıklama yapılmadı.
İstihbarat paylaşımı: Türk gazetelerinden birinde yayınlanan (fakat Türkiye savunma bakanının yalanladığı) bir rapora göre Batı Almanya yıkıldığında, oradaki Sovyet yapımı silahlar, İsrail'e üç adet "MiG-29" cinsi savaş uçağı sağlayan Almanya Federal Cumhuriyeti'nin eline geçti. İsrail, Suriye'nin elindeki en gelişmiş savaş uçağı olan bu uçakların teknik bilgisini Türkiye ile paylaştı. Diğer yandan İsrail'in Suriye, Irak ve İran'a komşu olan Anadolu semalarında uçarken; düşman ülkelere dair bilgi topladığı da düşünülüyor.
Geniş askeri veçhesinin yanı sıra Türk-İsrail ilişkilerinin diğer boyutları da var; fakat hiçbirisi askeri ilişkiler kadar dinamik ve ayrıntılı değil.
Ticaret: Türk-İsrail Serbest Ticaret anlaşması 1996 yılının Mart ayında her iki ülke meclisinin de kabul etmesiyle imzalandı ve Mayıs 1997'de yürürlüğe girdi. Anlaşmanın iki ülke arasındaki ticaret hacmini üç yılda dört katına çıkartarak 450 milyon dolardan 2 milyar dolara taşıması bekleniyor. Anlaşmanın Türkiye'nin lehine olan yan etkileri de vardı: İsrail'in Amerika Birleşik Devletleri ile (ora aracılığı ile de Kanada ve Meksika ile) serbest ticari ilişkileri vardı; dolayısıyla bu anlaşma Türkiye'ye Kuzey Amerika'nın kapılarını aralamıştı.
Taşımacılık: İki taraf ayrıca, bölgedeki ilişkiler "normalleştikten" -yani iki ülke arasındaki Suriye, yeterince değiştikten- sonra yürürlüğe girecek bir kara taşımacılığı anlaşması yaptıklarını duyurdular. Gerçi kara yolu olmadan bile bu iki ülke arasında herhangi bir taşımacılık sıkıntısı yok: Geçtiğimiz yıl, yaklaşık 400,000 İsrailli (nüfusun yaklaşık yüzde 8'i) Türkiye'yi ziyaret etti ve buraya yaklaşık 3 milyar dolar para bıraktı. (Türk Hava Yolları'nın İsrail havayolu şirketi El Al'dan sonra Telaviv'deki ikinci büyük hava taşımacılığı şirketi olması da aynı derecede etkileyici).
Su: Türkiye'nin "barış boru hattı" önerileri ve İsrail'in "barış kanalı" fikirleri, Türkiye'den İsrail'e akacak tatlı su planları etrafında şekilleniyor. Fakat bu planların hiç biri gerçekleşemedi; çünkü Suriyeli yöneticiler, kendi toprakları üzerinden böyle bir geçişin gerçekleşmesini reddettiler. Su taşımacılığı konusundaki diğer yollar, çok pahalı olmalarına rağmen hala görüşmelerde gündem oluşturmaya devam ediyor.
Din: Nisan 1997, Türkiye'den bir din işleri heyetinin İsrail'e gerçekleştirdiği ilk ziyaretin tarihi idi; İstanbul müftüsü, müftülerden duymaya hiç de alışık olmadığımız bir açıklama yaptı bu ziyaret esnasında: "İsrail Devleti'nin varlığına yönelik Müslümanların dini bakımdan hiçbir itirazı olamaz" dedi.
Göçmen kuşların bile (jetlerin içine sokularak) uçuş rotasını belirleyen diğer anlaşmalar, tarımsal işbirliğinden tutun da Türkiye'den yıllık 50 kadar çocuk böbreğinin İsraillilere satılmasını kontrol etmeye varana kadar bir sürü ince ayrıntı ile doluydu.
İki hükümet büyüyen bu işbirliğini nasıl tanımlayacakları konusunda pek emin gözükmüyorlar. Hükümetler bazen bu işin barışçıl yönüne ağırlık verip bazı zamanlarda da bıçağın keskin yüzünü görünür kıldılar. Çevik Bir, ortak deniz tatbikatlarının "insani nitelikte" olduğunu belirtip "arama kurtarma eğitimlerini kapsadığını" söyledi. Buna karşın İsrail savunma bakanı yaptığı açıklamada "Türkiye ile gerçek stratejik ortaklık istiyoruz... Birlikte ve Amerika'nın da desteğiyle, güçlü bir müttefik kuvvet grubunun bölgedeki her türlü tehdidi nasıl da yok edebileceğini herkese göstereceğiz." dedi. Türkiyeli ve İsrailli liderler, Suriye konusunda kendileriyle de çeliştiler. Bazen yaptıkları işbirliğinin üçüncü bir tarafa karşı olmadığını vurgularken; bazen de bir Türk diplomatın Suriye'nin terör ihraç ediyor olması ile Türkiye-İsrail arasında daha fazla anlaşma imzalamasının doğru orantılı olduğunu söylemesi gibi şeyler söylüyorlar.
Değişim Neden Gerekli?
İsrail'in saydığı nedenlere bakılırsa, bu değişimin korkulacak bir tarafı yoktu: Kudüs, David Ben Gurion'dan bu yana Arapça konuşan komşularının düşmanlıklarından kurtulmak için Türkiye ile daha iyi ilişkiler kurma peşindeydi. Peki ama Türkler neden bütün İslam dünyası ile bağlarını koparmayı göze alarak İsrail ile böyle bir bağ kurma çabası güdüyordu. Bu sorunun cevabının iki farklı boyutu var: birisi doğal süreçten kaynaklanan boyut; diğeri ise pratik ihtiyaçlar.
Birinci boyuttan bakacak olursak, Türkler geçmişteki tecrübelerine dayanarak Araplarla bağ kurmaktansa Yahudileri tercih ederler. Türkiye'nin savunma bakanı bu durumu izah ederken "Tarih boyunca İsrail ile ya da Yahudi toplumuyla hiçbir problem yaşamadık" diyor; Araplardansa hiç bahsetmiyordu. Daha da ötesi, Yahudilerin 1492'de İspanya'dan sürgün edildiklerinde Osmanlı topraklarına sığınmaları, hafızalardaki canlılığını koruyor ve 1992 yılında bu durum büyük bir kutlama ile hatırlanıyordu; Türk Genel Kurmay Başkanı'nın bu yılki Kudüs ziyareti sırasında akşam yemeklerinde de bu konu özellikle gündem ediliyordu. Türkiye ve İsrail, araştırmacı yazar Alan Makovsky'nin bölgedeki Arap diktatörlüklerine yaptığı "farklılık sağduyusu" çağrısını tekrarladılar. Türk ordusu ve İsrail devletinin tek bir siyasi hedefi var o da bölgede fundamentalizm karşıtı güçlü bir birlik oluşturabilmek.
Buna karşın, Türklerin Araplarla yüzyıldır zayıf bir ilişkisi var. Arapların Kıbrıs sorununda Türkiye'yi desteklememeleri, Türklerin zoruna gitti; bu yüzden Türkler de ekonomik partnerlik açısından Araplara pek güvenmedi. Araplar kendi açılarından baktıklarında şu an içinde bulundukları durumdan Osmanlı'yı sorumlu tutuyorlar - çünkü Osmanlı, Orta Doğu'da 4 yüzyıl boyunca hüküm sürmüştü.- Bu duruma örnek teşkil etmesi bakımından, Saddam Hüseyin'in Türkleri çokça öfkelendiren o sözünü hatırlayalım:
"Osmanlı döneminde olduğu gibi, Arap olmayanlar ne zaman liderlik taslamaya kalktılarsa İslam her seferinde ağır mağlubiyetler yaşamıştır." Türkler, Arap televizyonlarında Türkleri aşağılayan bir dizi yayınlandığında resmi itirazlar yükseltiyor ve Arapların ders kitaplarında Türklere hakaret içerikli yazılar basıldığında üst düzey akademik konferanslar tertip ediyorlar. Herhangi bir Arap hükümeti bu gibi materyalleri geri çektiği zaman Türkiye cumhurbaşkanı bizzat memnuniyetlerini dile getiriyor.
Mesela Süleyman Demirel, Umman ziyareti sonrasında yaptığı basın açıklamasında "Ürdün'deki okulların ders kitaplarından Osmanlı ve Türkiye karşıtı yazıları çıkarttık" diye gurur duyuyordu. İki taraf da halen karşı taraf hakkında basmakalıp klişeler kullanıyor. Türkler, Arapları geri kafalı ve duygusal olmakla itham edip onlara üstten bakıyor; Araplarsa Türkleri barbar ve intaçı olarak görüyorlar. Türkler, Arapları aşırı Müslüman olarak görüyor, Araplar da Atatürk'ün laiklik vurgusundan yola çıkarak Türklerin Batı'yı taklit ettiğini söylüyorlar.
Türkiye'nin, İsrail'e düşman olan iki Arap komşusuyla çözüme kavuşturamadığı bir toprak sorunu var. Irakla ilgili olarak Ankara, Musul'a dair eski iddialarından vazgeçmiş değil. Demirel 1995 yılında "sınırlar yanlış" diyerek bu sorunu dile getirdi ve "bunun düzeltilmesi gerekmektedir" dedi. Asıl problemse Suriye ile ilgili, Suriye hükümeti, Türkiye'ye ait vilayetlerden biri olan Hatay'ın kendisine ait olduğunu söylüyor. Suriye'ye ait resmi haritalarda Hatay, Suriye'nin bir parçasıymış gibi görünüyor ve haber bültenlerinin hava durumu sunumlarında Hatay'a ait meteorolojik tahminler Suriye'nin bir şehriymiş gibi veriliyor. Suriye ile olan sorunlar toprak anlaşmazlığının ötesine geçiyor. Şam tarafı Fırat nehrinin büyük bir bölümünün kullanım hakkının kendine ait olduğunu iddia ediyor ve kendilerine engel olan Türklerin sulama sistemlerinin varlığına ciddi bir şekilde karşı çıkıyor. Suriye rejimi, Türkiye'de aralarında Marksist örgüt olan ve 30 yıldır yirmi bin cana mal olan bir isyan çıkartan PKK'nın da bulunduğu bir çok radikal grubu destekleyerek Türk hükümetinin istikrarını sarsmak istiyor.
Türkiye'nin İsraille çakışan başka çıkarları da var. Kıbrıs Rum Kesimi, Ankara için sürekli problem teşkil ediyor. Rum Kesimi'nin birçok Filistinli örgütü misafir etmesi, onu Kudüs için de endişe edilecek bir pozisyona soktu. İran ise, 1979'daki İslam Devrimi'nden beri İsrail'i ortadan kaldırmak ve Türkiye'de bir İslam Cumhuriyeti krmak için çalışıyor. Üç haydut devlete sınırı olan Türkiye, İsrail ile olan güçlü bağlarından dolayı kazanç sağlıyor. Suriye'nin Hafız Esed'i, Türkiye'nin güneyinden Türkiye'ye düşmanlık taslamaya başlarsa; Suriye, İsrail'in kuzeyinde olduğunu da düşünmek zorunda kalacak. Türkler, Yunanlılarla iligili konuda da İsrail ile olan bağların faydasını gördüler çünkü İsrail, "Atina'nın Ankara'ya karşı sahip olduğu bütün kozları etkisiz hale getirdi." Kurulan bu yeni bağların İsrail için de bir çok faydası var. Hatta savaş zamanında Türkiye'nin doğrudan katılımı olmasa bile bu böyle. Micheal Eisentadt bu durumu şöyle açıklıyor:
"Türk ordusu Suriye sınırına asker yığabilir. Böylece Suriye'nin stratejik ihtiyatına büyük bir darbe iner... Türkiye, İsrail'in hasar görmüş uçaklarının Türkiye'deki üslere inmesine izin verir ve keşif uçaklarının bilgi aktarımı yapmasına olanak sağlar... Bu durum, Suriye'yi, hava savunma sistemlerini yeniden dizayn etmek zorunda bırakır... (böylece) ülkenin merkezi ve güneybatısında bir zayıflık söz konusu olur. Denizde de Türkiye, İsrail'e İskenderun'daki donanma üssünü ve Suriye suları yakınlarındaki koruma alanlarını kullanma izni vererek İsrail'in Suriye donanmasını yarmasını sağlayabilir."
Bu denli bir yardım, Türkiye'nin "sıkıntı verici komşusu" Suriye'yi cezalandırmasına da yardımcı olacak ve "İsrail'in siyasi ve askeri liderlerine büyük risklere maruz kalmaksızın bir kazanım sağlayacaktır". Araştırmacı bir Türk yazar, konuyu şu şekilde özetliyor: "İki ülkenin de amaçları uyuşmakta; ama tam anlamıyla üst üste binmemektedir. Anlaşma, Türkiye için ağırlıklı olarak Suriye ve PKK ile alakalı iken; İsrail için daha çok hava sahası ve İran ile iligili." Fakat bu menfaatlerin birleştirilmesi ve bir araya getirilmesi ile güzel bir işleyiş sağlanabilir.
İsrail ve Türkiye arasındaki yeni ortaklık, uluslararası alanda da büyük bir uyumun işareti. Avrupa'daki insan hakları örgütleri ve Amerika'daki Yunan ve Ermeni lobileri tarafından engellenen Türkiye'nin yüksek teknolojili askeri ekipmanlara ulaşmak için güvenilir bir kaynağa ihityacı vardı. İsrailliler bölgede her zaman dışlanan insan rolünü oynamak zorunda kalmışlardı; fakat şimdilerde o kadar da yalnız sayılmazlar.
Türklerse Washington'daki üçüncü şahıs pozisyonunda idiler, fakat şimdi Washington'a sıkı sıkıya bağlı bir müttefikle birlikteler. Türkiyeli bir yorumcu "Türklerin büyük bir çoğunluğunun İsrail ile olan dostluğun Amerika'nın da desteğini kazanmak olduğunu düşündüğünü" söylüyor. Zaten, "Arrow" füze savunma sistemine sahip olabilmenin "İsrail'in Amerikan hükümeti ile görüşmesine bağlı" olduğunu onlar da söylediler.
Ankara yalnızca İsraillilere de güvenmiyor; kendini ispat etmek için Amerikalı Yahudilerden Morton Abramowitz, Douglas Feith, Alan Makovsky, Richard Perle ve Harold Rhode ile ve Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ve Milli Güvenlik Konuları için Yahudi Enstitüsü ile sürekli görüşüyor. Ayrıca kötü itibarını yumuşatmak için Türkiye'deki Yahudi akademisyenler(den Avigdor Levy, Bernard Lewis ve Stanford Shaw) ile de görüşüyor. Bütün bu hassasiyeti özetlemek adına Dışişlerinden bir yetkilinin bana söylediği şu sözü aktarmam yeterli olacaktır: "Amerikalı Yahudileri seviyoruz."
Bu yeni bağ, hiçbir zaman Batılı statüsünde olamayan Türkiye'yi diğer bütün Müslüman ülkelerden ayırıyor; hiçbir zaman Orta Doğulu sayılmayan İsrail içinse reddedilme duvarını yıkmış oluyordu. Bu durumun diğer Müslüman ülkelere bir örnek teşkil edecek olması ihtimal dahilindedir.
Tepkiler
Üst düzey ziyaretleşmeler esnasında Türkiye ve İsrail'in "bölgedeki iki tek demokratik devlet" olduğu vurgusu sıkça tekrarlandı ve bu ikisi arasındaki bağ demokratik tercihte bulunacaklar için bir model teşkil etti. İsrailliler, Türk ordusunun hassas bir yapı olmasından ötürü İsrail ile çok sayıda anlaşma yapma noktasında ısrarcı olduğuna dikkat çekiyorlar, seçilmiş hükümetinse böyle bir derdi yok. Türkler, Erbakan'ın 1995'teki seçimlerde halkın yalnızca 5'te birinin oyunu aldığını ve İsrail'in çıkarlarına bir zarar gelmemesi için her türlü zahmete katlandıklarını söylüyorlar. Karadayı, İsraillilerle yaptığı görüşmede "Türkiye, sizin askeri sırlarınızı başkalarıyla paylaşmayacaktır", "sizin askeri teknolojinizin diğer ülkelerin eline geçmesine müsaade etmeyeceğiz" diyordu. İsrail'in Türkiye'de yönetime İsrail karşıtı bir hükümetin gelmesiyle birlikte anlaşmaların iptal edilmesinden korkmasına gerek olmadığını söylemek için Cumhurbaşkanı Demirel, "Türkiye-İsrail arasındaki askeri ve diğer alanlardaki işbirliği anlaşmaları gelecekte de kesintiye uğramaksızın devam edecektir" diyordu.
Türk ve İsrailli gazeteceiler kurulan bu yeni bağın önemine vurgu yaparak sürekli takdir yazıları yazıyorlar. Saygın Türk gazetecisi Sami Kohen, "gelişmekte olan bu yeni ilişki petrol zenigini olan Orta Doğu'daki stratejik dengeleri değiştirmiştir" diye yazdı. Siyaset uzmanı olan Sabri Sayarı bu ilişkiyi "Orta Doğu'nun en önemli askeri ilişkisi" olarak nitelendirdi. Eski İsrail savunma bakanı Moşe Arens, bu durumun "Orta Doğu'nun jeopolitiğindeki en büyük değişim" olduğunu söyledi. Her zaman karamsar haberler yapan "Jerusalem Post" gazetesi bile bu durumu, Şimon Peres'in sınır tanımaz iyimserliğine vurgu yaparak: "Yeni Orta Doğu tezinin haklılık payı var" olarak yorumladı.
Birçok Batılı, bu gelişmeleri tamamen onaylıyor. "The New York Times" konu hakkında "Orta Doğu'daki en güçlü askeri dostluk" başlığını atıyor. "Defense News" bu durumu, "Türkiye'nin ve İsrail'in güvenliğini sarsılmaz bir noktaya taşıyacak mükemmel bir ortaklık" olarak yansıtıyor. Clinton yönetimi Orta Doğu'daki tek iki müttefikinin bu ortaklığından övgüyle söz etti. ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan nadir yapılan açık seçik açıklamalardan birinde bu durumdan şöyle bahsedildi: "Türkiye ve İsrail'in askeri ve siyasi ilişkilerinin gelişmesi Amerika Birleşik Devletleri'nin stratejik hedeflerinden bir tanesiydi... Bazı Arap ülkeleri bundan pek hoşlanmasa da artık geçmiş olsun" denildi ve bu uzlaşının "önemli" olduğunun altı çizilerek "hem Amerika'ya hem de diğer iki ülkeye çok faydası dokunacaktır" denildi.
Çiçek açan Türk-İsrail ilişkileri, tarafların bölgedeki düşmanlarını kedere boğdu. Yunanistan, Libya, Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan, Irak, İran ve Filistin Yönetimi'nden itirazlar yükseldi. 66 milyonluk Müslüman nüfusa sahip Türkiye'yi hedef alan bir açıklamada, Türkiye'nin Siyonist ve emperyalist bir komploya boyun eğdiği söylendi.
Yapılan itirazlar kimin neyden korkuğunu da ortaya çıkardı. Suriye Dışişleri Bakanı Faruk eş-Şara "İsrail ve Türkiye'yi askeri bir ittifak kurmakla" suçladı. Libya haber ajansı bu "şüpheli askeri ortaklığın" Arapların "petrol yataklarını ve su kaynaklarını" sömürebileceğinden endişe edilmesi gerektiğini yazdı. İranlılar, İsrail'in bundan sonra İran'ın nükleer tesislerini hedef alabileceğinden endişe ediyorlar. Fundamentalist Müslümanlar bu durumu, "haydut" Amerika'nın bütün Müslüman devletlere yönelik bir tehdidi olarak algıladılar. Mısır Müslüman Kardeşler hareketinin lideri Mustafa Meşhur, "Yahudiler, Irak, İran ve Suriye gibi diğer Müslüman toplumlara da el atmak istiyorlar. Bu yüzden bu durum tehlike arzetmektedir" dedi. PKK olayı pek kaale almayarak, Türkiye genel kurmay başkanı "İsrail'in hatta bir çocuğun hizmetkarı olmuş" dedi. Tabii ki bazı Türkler de bu sözleri sarfettiler fakat yöneticiler hepsini çocuk azarlar gibi azarladı.
Türk-İsrail ilişkileri bugünkü yörüngesi üzerinde ilerlemeye devam ederse, Orta Doğu'nun stratejik haritası değişebilir. Fakat bölgede istikrar mı hüküm sürer yoksa istikrarsızlık mı?
Bu anlaşmanın başlangıçta bazı problemlere sebebiyet verdiği doğru. Sembolik tarzda bir kaç şiddet olayı yaşandı: Filistinliler, Mayıs başında Kudüs'teki Türk büyükelçiliğinin avlusuna molotof attılar ve başkonsolosun aracına benzin döktüler. Mısır dışişleri bakanı karşı bir askeri ittifak kurma tehdidinde bulundu. Haber kaynaklarından gelen bilgilere göre oğul Beşer Esed, Hizbullah Lideri Hasan Nasrallahla görüştü ve "bu iki adam Türk hedefelerine saldırma kararı aldılar". 17 yıldır kapalı olan Suriye-Irak sınırının açılmasıyla Baasçı iki aslan, Esed ve Saddam Hüseyin ortak bir tehdit unsuru ile karşı karşıya kaldıklarına kanaat getirdiler.
Güçlü Türk-İsrail ilişkileri uzun vadede, düşman olmak isteyenlere karşı oluşturacağı güçlü askeri caydırıcılıkla bölgede istikrarın artmasına katkı sağlayacaktır. Saldırgan devletler, Orta Doğu'nun en gelişmiş silahlarıyla donatılmış en büyük askeri gücünün karşısında atacakları adımları tekrar düşünecek; böylece savaş ihtimali azalacaktır. Bir Arap gazetesinde yayınlanan habere göre Şam tarafı, "Ankara ve Telaviv arasında artan koordinasyonun Şam'ı yalnızlaştıacağı korkusuyla" İran ile bir stratejik ortaklık kurmaya karar vermiş. Bu ortaklık başlamış bile olabilir.
Türk-İsrail ortaklığı Amerika için de bir çok avantaj barındıyor. Bu ortaklık, Amerika'nın 50 yıldır bel bağladığı diktatörlerin gün gelip kendisine karşı çıkması durumunda bölgede güdümlü bir bölgesel demokratik müttefikliğin çekirdeğini oluşturacak. Eisenhower'ın Bağdat Paktı, Nikson'un "ikiz sütun"u ve Reagan'ın "stratejik uzlaşı"sı (Irak'taki zayıf Haşimilere, İran'ın süslü şahına, korkunç Suudlara) bağlı şüpheli monarşilere ve (Mısır'daki Mübarek rejimi) gibi çirkin yöneticilere bağımlıydı. Fakat Türk-İsrail anlaşması, ilk defa Avrupa'da olduğu gibi Orta Doğu'da demokratik bir ittifakın Amerikan yanlısı olarak gelişmesine olanak sağladı. Bu ortaklık dikkatle büyütülmeye devam edilirse, Ürdün de bu gruba dahil olabilir; hatta daha sonrasında (Kuveytle birlikte) daha birçok ülke bile... Nihai sonuçsa, hiç akla gelmeyen bir sonuç olabilir: Daha barışçıl bir Orta Doğu.