Türkiye Cumhuriyeti neredeyse kuruluşundan bir asır sonra muhtemelen tarihinin en büyük krizini yaşıyor. Mevcut eğilimler uzun yıllar Batının müttefiki iken düşman bir diktatörlüğe dönüşen bu ülke ile ilgili olarak çok daha kötü şeylerin olacağına işaret ediyor.
Kriz öncelikle oldukça yetenekli ve tehditkar birinin, Türkiye'nin 61 yaşındaki cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın hırslarından kaynaklanıyor. Daha önce Türkiye'nin mega şehri İstanbul'un Büyükşehir Belediye Başkanlığını yapan ve 11 yıl ülkenin başbakanı olarak da hizmet veren bu kariyer politikacısı bugüne kadar cumhuriyete yabancı kalmış iki hedefe doğru yürüyor; diktatörlük ve İslami hukuk kodu olan Şeriat'ın tam anlamıyla uygulanması.
İktidardaki ilk sekiz yılı boyunca, 2003-11, Erdoğan ülkeyi bu iki özlemiyle ilgili olarak insanı şüpheye düşürebilecek ama kanıtlanamayacak bir incelikle yönetti. Örneğin bu satırların yazarı 2005 yılında Erdoğan'ın bir İslamcı olarak gören ve buna karşı çıkan çelişkili kanıtları tartan bir makale yazdı. Kurallara göre oynama, İslamcı alanda ihtiyatlı davranma ve ekonomik başarı kombinasyonu Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) 2002 parlamento seçimlerinde aldığı yüzde 34 oy oranını 2007'de yüzde 46'ya ve 2011'de yüzde 50'ye çıkarttı.
Arka arkaya gelen 2011'deki üçüncü seçim zaferi Erdoğan'a nihai kudret simsarı olarak hizmet gören Türk ordusunu siyasetten uzaklaştırma konusunda güven verdi. İroniktir ki, bu değişim, tüm gücü eline geçirmesini sağladığından Erdoğan'ın zaten büyük olan egosunun daha da büyümesine, azı dişlerini çıkarmasına, despotik kaslarını esnetmesine ve yan yana duran iki emelini tiranlık ve Şeriat'ı açıkça gerçekleştirme emellerine vesile olarak daha önceki yılların artan demokratikleşme çabalarını sona erdirmesine neden oldu.
Nitekim, Erdoğan 2011'den sonra gücünü her etki alanında hissettirdi. Bankalar AKP'ye para yağdıran iş adamlarına krediler verdiler. Muhalif ve düşman medya büyük para cezalarına ve fiziksel saldırılara tabii tutuldular. Reisi eleştiren sıradan vatandaşlar kendilerini davalar, para ve hapis cezaları ile karşı karşıya buldular. Rakip partilerdeki siyasetçiler kirli oyunlara maruz kaldılar. Erdoğan aleni bir biçimde, modern bir padişah gibi kanuna karşı geldi ve nerede ve ne zaman isterse hukuki süreçlere müdahale ederek, yerel kararlara karışarak ve polis soruşturmalarına müdahale ederek hukukun alanına girdi. Mesela, kendisi ve ailesinin yolsuzlukları ile ilgili oldukça güçlü kanıtlara soruşturmayı kapatarak yanıt verdi.
Aynı zamanda İslami düzen de şekillenmeye başladı. İslami okullar çoğaldıkça, bu okullarda okuyan öğrencilerin sayısı 27 kat artarak 60,000 1,600,000 yükseldikçe okul talimatları daha İslamileşti. Erdoğan kadınlara evde oturmalarını ve her birinden en azından üç çocuk doğurmalarını talep etti. Burkalar çoğaldı ve türbanın hükümet binalarında giyilmesi yasallaştı. Alkol bulmak zorlaştı ve fiyatı arttı. Daha geniş anlamda, Erdoğan Kemal Atatürk tarafından 1923 yılında kurulan laik cumhuriyetin altını oyarak ve kendini Atatürk karşıtı biri olarak konumlandırarak Osmanlı İmparatorluğu'nun (1299-1922) dindarlığına geri döndü.
2011'den sonra Erdoğan bazı ciddi sorunlarla da karşı karşıya kaldı. Çin tarzı ekonomik büyüme yavaşladı ve borç hızla yükseldi. Feci beceriksiz Suriye politikası İslam Devleti'nin yükselmesine, düşman bir Kürt özerk bölgesinin ortaya çıkmasına ve milyonlarca istenmeyen mültecinin Türkiye'ye akın etmesine katkıda bulundu. Dış ilişkiler tüm komşularla bozuldu: Tahran, Bağdat, Şam, Kudüs, Kahire, Atina ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve hatta Kuzey Kıbrıs. Washington, Moskova ve Pekin ile olan bağlar da kötüye gitti. Dostane ilişkiler Doha, Kuala Lumpur ve—hatta son zamanlara kadar Türk devletinin İslam Devleti'ne destek sağladığına dair pek çok işaretin gösterdiği gibi—Rakka ile sınırlı kaldı.
Erdoğan bu nahoş duruma şöyle bir hırçınlıkla yanıt verdi; "Dünya tarafından izole edilmeyi umursamıyorum" ve hatta diğer liderlerin onu "kıskandığını" bile ileri sürdü. Ama kimseyi kandıramıyor. AKP'nin eski sloganı, "Komşularla sıfır sorun" tehlikeli bir şekilde "Sadece komşularla soruna" dönüştü.
Erdoğan'ın seçmen tabanı onun bu güçlü diktatör niteliklerini seviyor ve onun yanında duruyor olsa da onun bu saldırgan tavırları ve politikaları özellikle Kürtler (etnik bir azınlık), Aleviler (İslam'ın içinde dini bir grup) ve laikler gibi önemli sayıda seçmen onu reddettiğinden sahip olduğu desteği kaybetmesine neden oluyor. 2011 yılında yüzde 50 olan AKP'nin oyları 2015 yılında yüzde 41'e düştü ki, bu düşüş uzun soluklu çoğunluğu kaybetmek ve tek başına yönetmesini sağlayan sandalye sayısını kaybetme anlamına geliyor.
Haziran 2015 tarihinde görülen zayıflık Erdoğan'ın meşru bir biçimde tüm yetkileri elinde toplayan başkan olma hayalini engelledi. Uzun zaman önce İstanbul belediye başkanı iken demokrasinin bir tramvay olduğunu belirtip "Hedefine varana kadar sürer, hedefine vardığında inersin" diyen bir politikacı olarak tahmin edilebileceği gibi seçim sonuçları gibi önemsiz bir detayın yolunu kesmesine izin vermedi. Aksine, hızla bu sonuçların üstesinden gelmek için entrikalara başladı.
Kendine bir kaç taktik seçti: İlki, iktidarı diğer partilerle paylaşmayı reddetti ve 1 Kasım seçimleri için çağrıda bulundu; aslında Türklere kendi istediği gibi oy vermeleri için ikinci bir şans verdi. İkincisi, Türkiye'nin önde gelen şiddet yanlısı isyancı grubu Kürdistan İşçi Partisi ((Partiya Karkerên Kurdistanê ya da PKK) ile yıllar süren pazarlıklardan sonra onlara yeniden savaş açtı. Bunu yaparak da, Kürt karşıtı ırkçı milliyetçi Türk partisi, Milliyetçi Hareket (Milliyetçi Hareket Partisi ya da MHP) destekçilerinin desteğini almayı hedefledi.
Bu taktiklerin beyhude olduğu görülmektedir; anketler AKP'nin Türk milliyetçilerini kazanırken Kürtleri kaybettiğini gösteriyor ve büyük olasılıkla Kasım'da da Haziran'dan farklı bir sonuç alınamayacak gibi görünmektedir. Ancak Erdoğan'ın taktikleri oldukça mantıklıdır; toplumu bölmek, tansiyon yaratmak ve şiddeti tetiklemek. Bu son raunt Temmuz ayında barış yürüyüşçülerinin başkent Ankara'da bombalanması sonucu 33 kişinin ölmesiyle başladı ve bu durumu PKK'nın devletin temsilcilerine misilleme yapması, bir Kürt kasabasının kuşatılması ve aynı gün içinde başkent Ankara'da 150 barışçıl protestocunun ölümüyle sonuçlanan iki bombalanma olayının yaşanması (yaygın olarak bu olayda Erdoğan'ın parmağı olduğu düşünülmekte) takip etti. Ve seçime henüz iki hafta var ...
Diğer bir deyişle, Erdoğan'ın meclis çoğunluğunu kazanma takıntısı ülkeye önemli bir zarar, ülkeyi iç savaşın kıyısına götüren bir zarar veriyor.
Durumu biraz saçma kılan 1 Kasım seçimlerinin sonucu ne olursa olsun Erdoğan'ın inatla diktatör olma kampanyasına devam edecek olmasıdır. Erdoğan, eğer bunu meşru yollarla yapamazsa, meşru olmayan bir şekilde gerçekleştirecek. Haziran seçimlerinden önce yazdıklarımı tekrar edersek, "AKP'nin kaç sandalye kazanacağı neredeyse hiç önemli değil. Erdoğan anayasal değişiklikler yapılsın ya da yapılmasın geleneksel ve yasal hassasiyetleri göz ardı ederek hızlı bir şekilde, önüne geleni devirerek, silindir gibi ezerek yoluna devam edecek. Tabii, tam bir meşru güce sahip olmak siyasi özgeçmişine önemsiz bir katkı yapacak ama kendisi zaten bir tiran ve Türkiye'nin yönü de belirlenmiş durumda."
AKP'nin Erdoğan'ı meşru bir şekilde diktatör yapmak için gerekli oyu kazanmayacağını farz edersek, bunu meşru olmayan bir biçimde nasıl yapacak? Geçen yıl cumhurbaşkanı olduğundan beri bazı ipuçları sunmakta: Erdoğan bir zamanlar güçlü olan başbakanın yetkilerini elinden aldı. Büyük olasılıkla, bu sürecin bu yeni ve dev başkanlık sarayında kendi operatörlerinin bakanlıkları kontrol ettikleri alternatif bir bürokrasi oluşturarak Türk hükümetinin geri kalanına da uzanmasını sağlayacak. Görünüşte değişmeyen formalite bir yapı saray otokratlarından emir alacak.
Aynı şekilde, görünüşte meclise dokunulmayacak ama gerçek bir karar verme mecrası olarak geçersiz hale gelecek. Kendi finansal ve yasal araçlarını sömüren Erdoğan yargıda, medyada, akademide ve sanattaki bütün muhalif sesleri susturduğundan sivil toplum da kendini sarayın görkemli kontrolünün altında bulacak. Büyük olasılıkla, bir sonraki aşamada kişisel muhalefette yasa dışı ilan edilerek Padişah Recep I'i bütün takip ettiklerinin efendisi haline getirecek.
Bu yetkiyle ne yapacak? Kısmen, dizginlenemez egosu ve fermanlarıyla sevinçten delirecek. Bunun dışında, İslamcı gündemini ilerletmek için bu yetkileri Osmanlı'nın imparatorluk mirası konusuna dönerek, dahası Atatürk'ün devrimlerini geri alarak ve Sünni İslam'ın kanunlarını ve geleneklerini empoze ederek kullanacak. Tıpkı otokrasinin Türkiye'ye dilimler halinde gelmesi gibi, Şeriat ta zamanla parçalar halinde hayata geçirilecek. Bu zaten başlamış olan süreç—İslami içeriğin okullara girmesi, kadınların evde oturmaya teşvik edilmesi, alkolün ortadan kalkması—devam edecek ve hızlanacak.
Erdoğan'ın gizli hastalığının kontrol altında tutulduğunu varsayarsak, bu İslamcı destanın sadece bir kusuru var: büyük olasılıkla onun sonunu getirecek dış ilişkiler. Güney Amerika'nın sakin sınırları içinde iktidar olmanın şansına sahip Venezuela diktatörü Hugo Chávez'in aksine Erdoğan dünyanın en krizli bölgesiyle çevrili. Ülkenin iç işlerindeki başarısı onun iktidarının başarısını azaltacak ya da sona erdirecek ego odaklı gaf yapma ihtimalini artıracaktır. Suriye'deki savaş yüzünden İran ve Rusya ile olan gergin ilişkiler bir cazibeye neden oluyor: Türk hava sahasını gündeme getiren görünüşte maksatlı Rus ihlalleri; ya da Kudüs ve Gazze üzerine İsrail, ya da yeni keşfedilen doğalgaz alanları yüzünden Kıbrıs ile sorunlar.
(Erdoğan'ın oğlu Bilal, bu ihtimali aklında tutarak sözde doktora tezi üzerine çalışmak amacıyla İtalya'nın Bologna kentine yerleşti; bir ihbarcı akla Bilal'in oradan ailesinin büyük servetini yöneteceğine dair makul bir iddiada bulunmaktadır.)
Erdoğan dönemi sona erdiğinde, ülke, Kürt-Türk, Sünni-Alevi, dindar-laik Sünni ve zengin-yoksul arasındaki ayrımlardan çok daha fazla biçimlerde bölünmüş olacak. Asimile edilmeleri zor olan milyonlarca Suriyeli mülteci ve bağımsızlığını ilan eden Kürt bölgeleri olacak. Türkiye uluslararası alandan yalnız bırakılacak. İçi boş bir hükümet yapısına sahip olacak. Yasal tarafsızlık geleneğini kaybetmiş olacak.
Erdoğan'ın en büyük başarısı Atatürk'ün Batılılaşma politikalarını tersine çevirmek olacak. Atatürk ve birkaç kuşaktan liderler Türkiye'nin Avrupa'nın içinde olmasını isterken Erdoğan ülkeyi gürültülü bir şekilde Orta Doğu, tiranlık, yolsuzluk, kadınlara boyun eğdirme günlerine ve kriz içindeki bölgenin diğer karakteristiklerine geri götürdü. Türkler önümüzdeki yıllarda bu zararı temizlemeye uğraşırken, Erdoğan tarafından miras bırakılan pek çok kötülüğün üzerinde düşünmek için yeterli fırsata sahip olacaklar.
Sayın Pipes (DanielPipes.org, @DanielPipes) Orta Doğu Forumu'nun başkanıdır. © 2015 Daniel Pipes. Tüm hakları saklıdır.