Orta Doğu dünyanın en değişken, en yanıcı ve en sorunlu bölgesi olarak öne çıkmakta; yoğun ve rastlantısal olmayan politik tartışmalara da ilham vermektedir—örneğin Arap-İsrail çatışmasını ve İran pazarlığını düşünün. Aşağıdaki inceleme İran, İŞİD, Suriye-Irak, Kürtler, Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail ve İslamcılık hakkında yorumlar ve spekülasyonlar sunmakta ve en sonunda da politika değişiklikleri konusunda bazı fikirler vermektedir. Benim vardığım tek cümlelik sonuç şudur: yanlış anlama, hata ve sefalet saldırılarının altında bazı iyi haberler de yatmaktadır.
İran
Bu aralar, özellikle 14 Temmuz'da Viyana'da 6 süper güçle yapılan nükleer anlaşmadan beri, en tepedeki tartışma konusu ülke İran'dır. "Ortak Kapsamlı Eylem Planı" onlarca yıldır süren düşmanlığı sona erdirip, İran'ı normal bir devlet haline gelmeye teşvik ederek Tahran'ı donukluğundan kurtarmayı istemektedir. Bu kendi içinde tamamıyla değerli bir çabadır.
Sorun, saldırgan bir hükümeti meşruiyet ve ek finansman ile ödüllendiren, nükleer silah programı konusunda ciddi önlemler alınmasını gerektirmeyen ve bu programa yaklaşık on yıl için izin veren berbat çözümün uygulamasındadır. Diplomasi tarihi süper güçler tarafından izole ve zayıf bir devlete benzer kapitülasyonların verildiğine daha önce asla tanık olmamıştır.
İran liderliği Kuzey Koreliler, Stalin, Mao, Pakistanlılar veya başkaları için geçerli olmayan apokaliptik bir zihniyete ve endişeye sahiptir. Yüce lider Ali Hamaney ve arkadaşlarının normal askeri kaygılar dışında—dünyanın sonunu getirmek için bu silahları kullanma gerekçeleri vardır. Bu durum onların durdurulması gerektiği meselesini özellikle acilleştirmektedir.
Maalesef ki, ekonomik yaptırımlar sadece bir gösteri, hatta oyalama anlamına gelmektedir. İran hükümetinin bu silahları inşa etmeye olan bağlılığı ve ister kitlesel bir açlık ister başka bir felaket olsun bu hedeflere ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır oluşu Kuzey Kore ile karşılaştırılmaktadır. Bu nedenle ne kadar sıkı uygulanırsa uygulansın, nükleer büyümeyi durdurmadıkça, yaptırımlar İran liderliği için hayatı sadece biraz daha zorlaştıracaktır.
Nükleer büyümeyi durdurmanın tek yolu güç kullanmaktır. Umarım—gerekli adımları atabilecek tek güç olarak kalan—İsrail hükümeti bu tehlikeli ve sevimsiz görevi yüklenir. İsrail bu görevi hava bombardımanları, özel operasyonlar ya da nükleer silahlar ile yapabilir, bunların arasında 2. opsiyon en çekici ama en zor olanıdır.
Eğer İsrailliler nükleer bombanın önünü kesmezlerse mollaların sahip oldukları nükleer bir araç tahrip edici anlık elektromanyetik bir saldırı ile Orta Doğu ve Kuzey Amerika da dahil olmak üzere Orta Doğu'nun ötesinde korkunç sonuçlara neden olacaktır.
Aksi olur, eğer İranlılar yeni silahlarını kullanmazlarsa, dış dünya ile giderek artan temas ve tutarsız Batılı politikalarının yol açacağı kargaşanın rejimi zayıflatmaya yarayacağı mümkündür.
İŞİD
Orta Doğu'da İran'ın dışında en çok dikkati çeken diğer konu Irak ve Suriye'deki İslam Devleti'dir (İŞİD, İslam Devleti, DAEŞ olarak da bilinmekte). İran'ın İŞİD'den bin kat daha tehlikeli olduğu konusunda İsrail'in Washington büyükelçisi Ron Dermer ile hemfikirim. Ancak İŞİD İran'dan bin kat daha ilginç bir fenomendir. Dahası, Obama yönetimi Tahran ile yaptığı işbirliğini haklı çıkarmak için İŞİD'i bir umacı olarak görmektedir.
Neredeyse hiç ortada yokken aniden ortaya çıkan bu grup, İslamcı nostaljiyi hayal bile edilemez bir noktaya taşımıştır. Suudiler, Ayetullahlar, Taliban, Boko Haram ve Şebab gibilerin her biri ortaçağ düzeninin bir versiyonunu empoze ettiler, ama İŞİD halka açık yerlerde kafa kesme ve köleleştirme gibi ayrıntılarına kadar yedinci yüzyıl İslamcı atmosferi olabilecek en iyi şekilde kopyalayarak çok daha ileri gitti.
Bu çaba Müslümanlar arasında iki uç tepkiye neden oldu. Biri, Tunus ve Batı'dan gelen Müslümanlar tarafından manifest edildiği üzere inananları göz kamaştırıcı derecede saf İslam vizyonuna pervaneler gibi çeken olumlu bir tepki. Diğeri ve daha da önemli olanı negatif tepki. Gayrimüslimler dışında, Müslümanların büyük bir çoğunluğu öfkeli ve ateşli İŞİD fenomeni tarafından dışlanmaktadırlar. Uzun vadede İŞİD İslamcı (İslami hukuku eksiksiz bir şekilde uygulamayı arzulayan) harekete zarar verecek ve hatta İslam'ın kendisi, büyük sayıdaki Müslüman gibi İŞİD'den nefret edecektir.
Ancak İŞİD ile ilgili kalıcı olacak tek şey büyük olasılıkla halifelik kavramıdır. Gerçek anlamda yetki sahibi olan son halife 940'larda hüküm sürdü. 1940'lar değil 940'lar, yani bin yıldan daha fazla bir süre önce. Yüzyıllar boyunca gelen göstermelik halifelerden sonra yetki sahibi bir halifenin yeniden ortaya çıkışı İslamcılar arasında hatırı sayılı bir heyecan yarattı. Batılı terimle bu, birinin Avrupa'da topraklarının bir kısmında Roma İmparatorluğu'nu yeniden canlandırması ve herkesin dikkatini çekecek olması gibi bir şey. Ben halifeliğin kalıcı ve olumsuz bir etkisi olacağını tahmin ediyorum.
Suriye, Irak, ve Kürtler
Bazı çevrelerde Suriye ve Irak aralarındaki sınır yıkıldığı için isimlerinin birleşmesi ile Surakiya olarak bilinmekte ve iki ülkenin her biri eş zamanlı olarak üç ana bölgeye bölünmüştür: Şii odaklı merkezi hükümet, Sünni Arap isyanı ve ayrılmak isteyen Kürtler.
Olumlu bir gelişme olarak; 1916 yılının iki yönetim biçimini yaratan İngiliz-Fransız Sykes-Picot anlaşması hiçbir kutsallığa sahip değildir. Aksine bu anlaşmanın küçük düşürücü bir başarısızlık olduğunu kanıtlanmıştır, nedenini hatırlamak için Hafız Esad ve Saddam Hüseyin'i akla getirin. Bu sefil devletler kendi tebaalarını öldüren canavar liderlerinin çıkarları için vardılar. O yüzden içerde ve dışarda işlerin gelişmesi için bırakın üçe bölünsünler.
Surakiya'da Türkiye tarafından desteklenen Sünni cihatçılar İran tarafından desteklenen Şii cihatçılarla savaşırken Batı bu kavgadan uzak durmalıdır. İki taraf da desteği hak etmemekteler; ayrıca bu bizim savaşımız değil. Nitekim, bu iki şeytani gücün birbirlerinin boğazında olması dünyanın geri kalanının üzerine daha az saldırma fırsatına sahip olacakları anlamına gelmektedir. Eğer yardım etmek istiyorsak, bu yardım öncelikle iç savaşın kurbanlarına yönelik olmalıdır; eğer stratejik olmak istiyorsak, kaybeden tarafa yardım edin (böylece iki tarafta kazanamaz).
Suriye'den akan büyük mülteci akınına gelince: Batılı hükumetler çok sayıda mülteciyi almak yerine Suudi Arabistan ve diğer zengin Orta Doğu ülkelerine mültecilere sığınak sunmaları için baskı yapmalıdırlar. Suudiler, dil, kültür ve dini uyumluluk yanında yakınlık ve benzer iklim şartları anlamında İsveç'ten daha fazla avantajlara sahipken mülteci akınından neden muaf tutulsunlar.
Suriyeli Kürtler tarafından da takip edilen Irak Kürt siyasi hareketinin hızla ortaya çıkışının yanında Türkiye'deki yeni kararlılık ve İran'daki gürlemeler olumlu işaretlerdir. Kürtler hiçbir komşularının sahip olamadığı şekilde sorumluluk sahibi olduklarını kanıtlamışlardır. Bunu 25 sene önce Kürt özerkliğine karşı çıkan biri olarak söylemekteyim. Müslüman Orta Doğu'da sahip olacağımız en yakın müttefike, Kürtlere yardım edelim. Sadece farklı Kürt birimleri değil aynı zamanda dört ülkenin farklı kısımlarından oluşan birleşik bir Kürdistan hayata geçmelidir. Hali hazırda görüldüğü üzere bu ülkelerden hiçbiri düzgün yönetilmediğinden bu durumun bu ülkelerin toprak bütünlüğüne tehlike teşkil etmesi bir sorun yaratmaz.
Türkiye
Haziran 2015 seçimleri 2002 yılından beri Türkiye'yi tek başına yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için çok iyi sonuçlanmadı. AKP İslamcı bir parti ama son zamanlarda görüldüğü üzere bir despotun, Recep Tayyip Erdoğan'ın partisi, Erdoğan baskın kimliği ile istediği gibi davranmakta, bankalar, medya, okullar, yargı, kolluk kuvvetleri, istihbarat servisi ve ordu üzerinde yasaya aykırı nüfuz kazanmaktadır. Erdoğan adım-adım tek adam iktidarını inşa etmek için gelenekleri, kuralları, yasaları ve hatta anayasayı hükümsüz hale getirmektedir. Erdoğan Venezuelalı Hugo Chavez'in Orta Doğulu versiyonudur.
Erdoğan, iktidarı boyunca seçimler ve parlamento aracılığı ile amacına hizmet eden demokratik kurallara uygun davrandı. Ancak Haziran seçimleri kendine hakim olma döneminin sonu anlamına gelebilir. Uzun zaman önce İstanbul belediye başkanı olarak demokrasinin bir otobüs" olduğunu söyleyerek bir gün seçim sonuçlarını kabul etmeyeceğinin sinyallerini vermişti: "Otobüse varacağınız yere kadar binersiniz ondan sonra da inersiniz." Erdoğan şimdi varacağı yere ulaştı ve görünen o ki, inmeye de hazır. Çirkin bir seçim taktiği olarak (Türk milliyetçilerini kazanmak için) Kürt grup PKK'ye karşı düşmanlığı ateşledi; bugün ve 1 Kasım şipşak seçimleri arasında bir savaş başlatacak kadar ileri giderek anayasanın savaş zamanında seçimleri erteleme hükmünden de yararlanabilir.
Aynı şekilde Haziran'da olası bir seçim yenilgisi despotluğa giden yolu açık olan Erdoğan için çok fazla sorun yaratmayacaktır.
Erdoğan'ın yıkımı içerden ve de seçimler gibi nispeten önemsiz endişelerden değil, büyük olasılıkla tamamıyla dışarıyla ilintili ve çok daha büyük sorunlardan kaynaklanacaktır. Kesinlikle öyle, çünkü yurt içinde çok başarılı olduğundan küresel alanda da usta bir politikacı olduğuna inanmakta ve yurt içinde olduğu gibi yurt dışında da agresif bir politika izlemektedir. Ancak, "Komşularla sıfır sorun" politikasının başlangıçtaki bazı başarılarından sonra, Türkiye'nin uluslararası statüsü lime lime olmuştur. Ankara neredeyse her bir komşusu ile ya kötü ilişkilere ya da büyük sorunlara sahiptir: Amerika Birleşik Devletleri ve Çin'in yanısıra Rusya, Azerbaycan, İran, Suriye, Irak, İsrail, Mısır, Kıbrıs Rum Kesimi, Kıbrıs Türk Kesimi ve Yunanistan. Olasılıkla Erdoğan'ın yıkımı dışarda yapılan aptalca bir hareketten olacaktır.
Suudi Arabistan
Suudi Arabistan dünyanın en sıra dışı ülkesidir. Katar veya Abu Dabi'den bile olsan toplumsal adetleri ve devlet kurumları yine gariptir. Bir tane bile sinemaya ev sahipliği yapmamaktadır. Erkekler ve kadınlar ayrı asansörler kullanmaktadırlar. Gayrimüslimlerin iki şehire (Mekke ve Medine'ye) girmeleri yasaktır. Ahlak polisi halka korku saçmaktadır. Hristiyanların başı dua ettikleri için derde girmektedir. Yahudiler bazı istisnalar dışında yasaklıdırlar.
Hükümet bir iki numaradan seçim, anayasa veya diğer demokrasi safsataları ile güçlü ve işinin ehli bir polis devletini yönetmektedir . Takip etmekte, sansür uygulamakta ve müdahil olmaktadır. Polis kontrol noktaları hızla çoğalmaktadır. Hükümet emri altında üç farklı askeri güç—Pakistanlı paralı askerler petrol yataklarını, ulusal ordu sınırları ve aşiret muhafızları monarşiyi korumaktadırlar. Monarşiler genellikle kraliyet ailesinin 10, 20 hatta 50 üyesinden oluşur: El Suudi 10,000 civarında erkekten (kadınlar siyasi olarak sayılmamaktadırlar) ve yararlı bir Sovyet terimini kullanmak gerekirse bir nomenklatür oluşturmaktadırlar. Birleşmiş Milletler'de koltuğu olan tek aile şirketinin aile fertleri ülkeyi idare etmektedir.
Şimdi bu yapı tehlikede. 70 yıldır monarşi dış güvenliği konusunda ABD'ye bel bağladı. Ama ilk kez, bu garanti, Obama döneminde, özellikle Washington'un Riyad'dan ziyade Tahran ile daha yakınlaştığı İran anlaşmasından sonra artık yok. Suudi liderliği kendini korumak için adımlar atmakta, bunların arasında en dikkat çekici olan İsrail ile çalışmakta olmasıdır. Bu mantıklı bir adım ama yine de hafif şaşırtıcı. Benim tahminim: Bu geçici bir durum ve krize daha uzun süre dayanmayacak. 2017'de bir Cumhuriyetçi başkan olursa İsrail ile ilişkiler sona erecek.
Mısır
Temmuz 2013'de Müslüman Kardeşler'in cumhurbaşkanı Muhammed Morsi'ye karşı düzenlenen büyük bir gösterinin ardından cumhurbaşkanı olan Abdülfettah el-Sisi iki yıldır iktidardadır. Sisi'nin aklında doğru öncelikler var; İslamcıları bastırmak ve ekonomiyi düzeltmek. Ancak her iki alanda başarı sağlayacağı konusunda endişeliyim.
Hiç kimse İslamcıları benden daha fazla küçümsememektedir. Bu totaliter hareketle savaşmak için İslami hukuku uygulama için gösterdikleri çabaların reddedilmesi, yaygın kurumlardan dışlanmaları ve temsilcilerinin seçimlere girmesinin yasaklanması gibi sert önlemler alınmasını savunmaktayım. Ancak Sisi'nin beceriksiz ve ekstra yasal politikaları çok ileri gitmekte ve ters etki yapmaktadır. Örneğin, bir polisin öldürülmesi yüzünden neredeyse 600 kişiye idam cezası vermek, bir ay sonra 700 kişiyi daha mahkum etmek sadece büyük bir orantısızlık değil aynı zamanda geri tepecek ve İslamcıların sempati kazanmasına neden olacak bir durumdur.
Bir diğer temel problem ekonomidir. 1950'lerde aynı zamanda bir ordu mensubu olan Cemal Abdülnasır bu döneme özgü, Sovyet tarzı fabrikaların kötü bir şekilde ikame ettikleri bir sosyalist rejimi ülkeye getirdi. Bu sistem hala yerli yerinde durmakla kalmamakta, devletin ekonomik rolü Mübarek'in iktidarı altında önemli ölçüde büyüdü ve Sisi iktidarı altında da büyümeye devam etmektedir. İki cumhurbaşkanı da ordudan emekli arkadaşlarını kolay ve iyi maaşlı işler vererek mutlu tuttular. "Emekli bir albay mısın? Çok iyi, bu pamuk fabrikasını sen devral" ya da "Bu çöl kentine başla." Tahminler Mısır'ın ekonomik zorluklarının yaklaşık yüzde 25-40'ının "Ordu, A.Ş" kaynaklı olduğunu önermektedir.
Ayrıca tarımın hor görülmesi muazzam sorunlar yaratmaktadır, o yüzden Mısır, katı ve göreceli anlamda, başka ülkelerden çok daha fazla kalori alımını ithal etmektedir. Örneğin, 2013-14'ün mali rakamları Mısır'ın 5.46 milyon ton buğday ya da ülkenin toplam tüketiminin yüzde 60'ını ithal ettiğini göstermektedir. Bu da Mısır'ı dünyanın en büyük buğday ithalatçısı yapmaktadır. Bir zamanlar Nil'in ekmek teknesi olan Mısır artık kendini besleyememekte, yurt dışından yiyecek almak için Suudi ya da diğerlerinin bağışlarına bağımlı yaşamaktadır. Akdeniz'de gaz sahalarının keşfi duruma bir nebze yardımcı olacaktır ama sorunu çözmeyecektir.
60 yıl önceki bir diğer ordu mensubu Cemal Abdül Nasır gibi Sisi de Mısır'ın cumhurbaşkanı olarak hizmet etmeye hazırlıksız görünmektedir. Amerikalı analist Lee Smith lafını esirgemeyen bir analizinde şöyle diyor:
Mısır'daki düşüşün Sisi gibi bir adamın öne çıkmasına neden olması tesadüf değil. Gururlu ve beceriksiz Sisi her şeye rağmen kendisini Nasır ve Enver Sedat gibi büyük Mısırlı liderlerin bir devamı olarak görmekte. Sisi medyaya sızan gayri resmi bir görüşme sırasında bir gazeteciye 35 yıldan beri kendi azameti hakkında hayal kurduğunu söyledi. Ancak Sisi'nin yaptığı pek çok seçim tehlikeli bir şekilde uçtuğunu göstermektedir.
Sisi hala etkileyici popülerlik reytingleri (yüzünü taşıyan kurabiye ve pijamaları hatırlayın) ile üstünlüğü elinde tutmakta ama eğer tökezlerse bu destek hızla eriyecektir. Sisi İslamcıların hatalarını nasıl avantajına kullandıysa İslamcılar da Sisi'nin beceriksizliğini istismar edeceklerdir. Mısır'ın geriye gitmesi ile birlikte darbe döngüsünün tekrar edilme tehlikesi vardır. Yığınlar halinde göç ihtimali yüzünden uçurumun kenarında bir felaket yakınlaşmaktadır. Sisi'ye iyi şanslar diliyorum ama en kötüsüne de hazırım.
İsrail
Kasım 2000'de Ehud Barak İsrail'in "vahşi bir ormanın ortasında bir villaya" benzediğini söyledi. Bu ifadeyi çok sevmekteyim; İsrail'in Suriye ve Sina sınırlarındaki İŞİD, Lübnan ve Ürdün'ün durdurulamayan mülteci akını altında inlemesi, Batı Şeria'daki anarşi ve Gazze'de aynı durumun yaklaşması ile bu ifade bugün için ne kadar doğru?
İsrail'in yüksek teknolojik kapasitesini ve askeri hünerini ama daha çok etkileyici olağanüstülükteki sınırlamalarını herkes bilmektedir.
Demografi: Tek istisna olan İsrail dışında, Güney Kore'den İsveç'e tüm modern ve endüstriyel dünya kendini demografik olarak değiştirememektedir. Toplumların nüfuslarını sürdürebilmeleri için kabaca her kadın başına 2.1 çocuk düşmesi gerekmektedir. İzlanda, Fransa ve İrlanda bu seviyenin tam altındalar ama sonra sayılar her kadına 1.1 çocuk düşmesiyle Hong Kong düzeyine gelmekte ya da bir ülkenin uzun dönemde ayakta kalması için gerekli olan rakamın yarısına inmektedirler. İsrail'de bu oran 3.0. Evet, bu yüksek numarayı Araplar ve Haredi Yahudilerinin varlığı bir miktar açıklamaktadır ama bu aynı zamanda Tel Aviv'in laik sakinlerine de bağlıdır. Modern bir ülke için zamanla çok daha fazla sayıda çocuk sahibi olmak neredeyse görülmemiş bir gelişmedir.
Enerji: Herkes Musa'nın Mısır'dan ayrılırken yanlış bir dönüş yaptığı esprisini bilir. Ama hayır, aslında yanlış bir sapağa girmediği sonradan anlaşılmıştır. İsrail—buyrun bakalım—Suudi Arabistan kadar büyük bir enerji rezervine sahiptir. Şimdi bu kaynak erişilebilir olmadığı gibi çok daha pahalı ve Arabistan'ın dev ve sığ petrol rezervini kullanmaktan çok daha karmaşık ama bu kaynak orada ve İsrail bir gün bunu çıkartacaktır.
Yasadışı göç: Avrupa için göç özellikle Akdeniz ve Balkanlar Orta Doğu'dan çıkan birer karayolu haline geldiği yaz aylarında kaynayan bir krizdir. İsrail sınırlar üzerinde kontrolü sağlayan çitleri inşa ederek bu problemle baş eden tek Batı ülkesidir.
Su: Yirmi yıl önce, Orta Doğu'daki tüm ülkeler gibi İsrail de su sıkıntısı çekti. Bu sorunu doğal kaynakları koruyarak, tarımda damlama sulama, tuzdan arındırma yöntemleri ve yoğun bir geri dönüşümle çözümledi. Bir istatistiğe göre: İspanya yüzde 18 ile en yüksek geri dönüşüm oranına sahip ikinci ülkedir. İsrail yüzde 90 ile İspanya'nın beş katı oranda geri dönüşüm yapmaktadır. İsrail şimdilerde o kadar çok suya sahiptir ki, bir kısım suyu komşularına ihraç etmektedir.
Sonuç olarak, İsrail olağanüstü iyi durumdadır. Tabii ki, kitle imha silahlarının ve gayri meşrulaştırma sürecinin tehdidi altındadır. Ancak, bu zorlukların üstesinden geleceğine inandığım bir başarı siciline sahiptir.
Üç İslamcı İdeoloji
İslamcılar üç ana güce ayrılabilirler:
Şii devrimciler: Tahran'ın yardımına, kıyamet ideolojisine, yıkıcılığına ve (en sonunda) nükleer silahlarına dayanarak kavgaya hazır olan bu gruba İran rejimi öncülük etmektedir. Var olan dünya düzenini alaşağı etmek ve bu düzeni Ayetullah Humeyni'nin öngördüğü İslami düzenle değiştirmek istemektedirler. Devrimcilerin gücü kararlılıklarında; zayıflıkları ise azınlık statülerinde yatmaktadır, Şiiler toplam Müslüman nüfusun yüzde 10'nunu oluşturmakta ve Beşciler, Yediciler, On ikiciler gibi birden fazla alt gruplara ayrılmaktadırlar.
Sünni revizyonistler: Mevcut düzeni devirmek için ortak bir çaba içerisinde çeşitli taktikler kullanmaktadırlar. Aşırı uçlardan birinde çılgınlar—İŞİD, El Kaide, Boko Haram, Şebab ve Taliban—Şii muadillerine göre daha nefret ve şiddet dolu aynı zamanda çok daha devrimcilerdir. Müslüman Kardeşler ve bunlara bağlı diğerleri (Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi) ortadaki boşluğu doldurmakta, gerekli gördükleri zaman şiddet başvurmakta ama sistemin içinden çalışmayı tercih etmektedirler. Pennsylvania'da sürgün olan Türk vaaz Fethullah Gülen gibi yumuşak İslamcılar vizyonlarını eğitim, ticaret ve kesinlikle sistem içinde çalışarak ilerletmekte ama bunların amaçları yumuşak taktiklerine rağmen daha az hırslı değildir.
Sünni statüko koruyucular: Suudi devlet başkanları sadece bazıları İslamcı olan ve ellerinde var olana tutunmak ve devrimcileri ve revizyonistleri savuşturmak isteyen bir hükümetler (Körfez İşbirliği Konseyi, Mısır, Ürdün, Cezayir, Fas) bloğuna başkanlık yapmaktadırlar.
İslamcı Taktikler: Şiddet Yanlısı veya Yasal
Şii ya da Sünni, şiddet yanlısı İslamcılar yok olmaya mahkumlardır. Müslümanlara karşı düzenledikleri saldırılar dindaşlarını kendilerinden uzaklaştırmaktadır. Gayri Müslimlere ise en güçlü oldukları alanlarda meydan okudukları; askeri, kolluk kuvvetleri ile istihbarat servislerinin birleşik kudreti herhangi bir İslamcı ayaklanmayı ezebilir.
İslamcı şiddet amaca zarar vermektedir. Vurucu nitelikleri kamuoyuna hem ders vermekte hem de harekete geçirmektedir. Görüşleri analistler, medya veya siyasetçiler değil canice saldırılar etkilemektedir. Paris'teki Charlie Hebdo vakası seçmenleri İslam karşıtı partilere itmektedir. Caddedeki kan öğreticidir. Cinayet ile verilen bir eğitimdir.
Buna karşılık sistemin içinde çalışan yasalara uyan İslamcılar çok tehlikelidirler. Televizyonda görünerek, mahkemelerde avukat olarak bulunarak ve okullarda öğretmenlik yaparak saygıdeğer insanlar gibi görülmektedirler. Batılı hükümetler bu delilere karşı bunların müttefikleriymiş gibi davranma hatasına düşmektedirler. Benim temel kuralım şudur: İslamcılar ne kadar az şiddet yanlısı iseler o kadar tehlikelidirler.
Bu yüzden, eğer ben İslamcı bir stratejist olsaydım, "Sistemin içinden doğru çalışın. Bazı korku yaratan ve bizim amacımıza ulaşmamıza yardım eden istisnalar dışında şiddet kullanmayın" derdim. Aslında, İslamcılar bunu yapmayıp kendilerine zarar verecek şekilde davranmaktadırlar. Bize fayda sağlayan önemli bir hata yapmaktadırlar.
İslamcılık Düşüşte mi?
İslamcı hareket iç kavgalar yüzünden ve popüler olmadıkları için baş aşağı gidiyor olabilirler.
2012 gibi yakın bir dönemde, pek çok içsel gerilimin—mezhepsel (Sünni, Şii), siyasi (monarşik, cumhuriyetçi), taktiksel (siyasi, şiddet yanlısı), modernliğe karşı tutumlar (Selefi, Müslüman Kardeşler) ve kişisel (Fethullah Gülen, Recep Tayyip Erdoğan)—üstesinden gelmiş görünmekteydi. Ancak o zamandan beri İslamcılar birbirleriyle savaşa bir son verememektedirler. Bu muzaffer unsurların ayrılma eğiliminde olduğu tarihsel Orta Doğu resmine de uymaktadır. Güce yaklaştıkça farklılıklar giderek ayrıştırıcı hale gelmektedir. Güç ele geçince kağıt üzerindeki rekabetler ortaya çıkmaktadır.
İkincisi İslamcıların onları reddedeceğini bilmek. Mısır'da Müslüman Kardeşlerin bir senelik iktidarına yönelik kitlesel gösteriler bu sonuçla ilgili en güçlü tanıklığı sunmaktadır. Diğer bulgular İran'dan (nüfusun büyük kendi hükümetlerini adam yerine koymamaktadırlar) ve Türkiye'dendir (iktidardaki İslamcı partinin oyları yüzde 20 azaldı).
Bu eğilimler devam ederse, İslamcı hareket başarılı olamaz. Bazıları "İslamcılık sonrası" dönemin başladığını görmektedirler. Örneğin Sudanlı Haidar Ibrahim Ali bu konuda şöyle düşünüyor:
70'lerin ortalarında başlayan siyasi İslam'ın sonuna ve İranlı aydın Asef Bayat tarafından tanımlanan, siyasi ve sosyal anlamda bir dizi davayı takiben siyasi İslam'ın canlılığı ve çekiciliğinin en ateşli destekçileri ve meraklıları arasında bile tükendiği "İslamlaşma sonrası" bir döneme tanıklık etmekteyiz.
Bu problemler, eğilimler tekrardan değişebileceği için gönül rahatlığı değil ama iyimser olmak için iyi bir gerekçe sunmaktadır. İslamcılığı marjinalleştiren sorunlar hala hayattadır.
Orta Doğulu Üç Siyasi Güç
Batılı bir bakış açısına göre Orta Doğulu siyasi güçler üçe ayrılmaktadır: İslamcı, liberal ve açgözlü. Bunların her biri özel bir yaklaşım gerektirmektedir.
İslamcı olan her şeyi reddetmemiz gerekmektedir. Mümkün olduğunca, bu İslamcılarla ilgilenmemek ve asla onlara yardım etmemek anlamına gelmemektedir. İster Türkiye'nin demokratik görünümlü iktidar partisi olsun ister manyakça davranan İŞİD militanları olsun, bunların hepsi İslami hukuku empoze edecek aynı çirkin amaca ulaşmayı arzulamaktadırlar. Bizler faşizme nasıl sonuna kadar karşıysak aynı benzer kararlılıkla İslamcılık karşıtı da olalım. Yani, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer devletlerle ciddi ilişkilerimiz var, o yüzden sağduyulu taktiksel tavizler gerektirmektedir.
Buna karşılık, kendilerine liberal, modern, seküler denilen ya da Tahrir Meydanı tipi insanları tercih etmeliyiz, bunlar daha iyi bir Orta Doğu arzulamakta ve bölgenin umudu olmaktadırlar. Batı olarak biz onlar için bir modeliz; ahlaki ve pratik güç için bizi örnek almaktadırlar. Batı onların tarafında durmalıdır, çünkü güç koridorundan uzak olmalarına rağmen ve koşulları ümitsiz gözükse de, onlar daha iyi bir geleceğe işaret etmektedirler.
Açgözlü krallar, emirler, cumhurbaşkanları ve diğer diktatörlerden oluşan üçüncü grup daha fazla nüans gerektirmektedir. Onlarla işbirliği içinde olmalıyız ama aynı zamanda onları gelişme için sürekli baskı altında tutmalıyız. Örneğin, sadece iki yıl, 2005-06 hariç, Batılı hükümetler Mısır'ı 30 yıldır idare eden tiran Hüsnü Mübarek üzerinde bir baskı uygulamadılar; siyasi katılımı teşvik etmedik, hukukun üstünlüğünü savunmadık ve kişisel özgürlükler konusunda talepte bulunmadık. Biz tutarlı bir şekilde bu adımları atmış olsaydık, Mısır bugün çok daha iyi bir durumda olurdu.
Özetle: İslamcılara karşı çık, liberalleri kabullen, diktatörlerle ihtiyatlı ol.
Amerikan Politikası
Son on beş yıldır ABD dış politikası tamamen tutarsızlaşmıştır:
Prensip sahibi biri olarak George W. Bush Orta Doğu'da çok fazla hedefe ulaşmayı denedi—özgür ve refah bir Irak, değişmiş bir Afganistan, Arap-İsrail çatışmasına çözüm, ve her yerde demokrasi. Bölgenin zor gerçeklerine çarpan Bush bu çabalarında başarısız oldu.
Barack Obama tam aksini—ve çok azını—yaptı, o da başarısız oldu. Özüne inildiğinde, Obama'nın politikası "ABD çıkarlarını azaltma, arkadaşlarını aşağılama, ve uzlaşma aramama" anlamlarına gelmektedir. İran ayaklanmasını aşağıladı, uzun süreli müttefiklerimizi yalnız bıraktı, bölgeyi Asya'nın eksenine bırakmaya çalıştı.
Bu bakış açısı, başkanın standart bir solcu, bir aykırı değer olduğuna işaret etmektedir. Müslüman doğmasına ve bir Müslüman olarak yetiştirilmesine rağmen, geçmişi politikalarında anlaşılabilir bir etkiye sahip değildir. Siyasi görüşleri tek başına bakış açısını açıklamaktadır.
İran bu örnekteki (açıklanamayan) tek istisnadır' geçen 6.5 yıl Çin, Rusya, Meksiko, Suriye ve İsrail değil, İran'ın Obama'nın en önemli dış ilişki önceliği olduğunu göstermektedir.
Ben iki uç arasında hareket eden bir ABD politikası önermekteyim: birincisi Amerikalıların ve Amerikan çıkarlarının korunması olarak tanımlanmaktadır. Amerikan çıkarlarını teşvik etmek olaylara nerede karışmak ve karışmamak konusunda bir kılavuz sunmaktadır. Bunun aynı zamanda Kanada gibi müttefik ülkeler üzerinde de olumlu bir etkisi vardır.
Sonuç
Sorunları ile namlı Orta Doğu bölgesi bazı iyi haberler de ev sahipliği yapmaktadır. Tiranlık beş yıl öncesine kıyasla sallantıdadır. İslamcılar iç kavgaları yüzünden ve popüler olmadıkları için zayıflamaktadırlar. Kirli Suriye ve Irak hükümetleri ölmekte, Kürdistan ortaya çıkmakta, İsrail gelişmektedir. Körfez Arapları, özellikle Dubai ve Abu Dabi modernleşmeye doğru yeni yolları denemektedirler. Ö yüzden, bu talihsizlik ve dehşet denizinin ortasında Orta Doğu'da hala umut kırıntıları var. Politika yapıcılar bu durumu bir not alarak bir kenara koymalı ve bunların üstünde ilerlemelidirler.
Sayın Pipes (DanielPipes.org, @DanielPipes) Orta Doğu Forumu başkanıdır. © 2015 Tüm hakları Daniel Pipes'a aittir.