Aralık 2017'de gerçekleştirilen basına kapalı bir oturumda zamanın Ulusal Güvenlik Danışmanı H.R. McMaster, derdini iyi anlatamayan ama önemli bir ifadede İslamcı tehlikenin geçmişte "öngörüsüzlükle" muamele gördüğünü söyledi: "[İslamcı ideolojinin] yardım kuruluşları, medreseler ve diğer sosyal örgütler aracılığı ile nasıl ilerleme kaydettiğine yeterince önem vermedik." Üstü kapalı bir şekilde Suudilerin bu gibi kurumlara daha önce verdiği destekten bahsederek bu desteklerin "şimdi daha çok Katar ve Türkiye tarafından yapılıyor" olduğuna dikkati çekti.
Türkiye konusu üzerinde durarak, "İslamcı grupların bir çoğunun" ülkenin cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nden (ya da AKP) "ders aldığını" da ekledi. McMaster Türklerin "iktidarı belirli bir partinin elinde toplamak için önce sivil toplum ardından eğitim sektörü, polis ve yargı ve bunların da ardından ordu aracılığı ile faaliyet gösteren" bir model sunduğunu ekleyerek, "bu bizim görmemeyi tercih ettiğimiz bir şey ve ne yazık ki, Türkiye'nin Batı'dan uzaklaşmasına katkıda bulunuyor" dedi.
McMaster'ın samimi sözleri Kore Savaşı'nın akabinde kurulan Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü'nde (NATO) yıllarca süren neredeyse sakral ortaklığı nostaljik bir şekilde anımsayan olağan Washington patırtısından ayrıldığı için kaşların kalkmasına neden oldu. Türkiye'nin Batı'dan uzaklaştığı yolundaki sözleri şu soruları gündeme getiriyor: Edilen göstermelik sözlerin ötesinde 2018 yılında NATO ittifakı ne kadar gerçek? Türkiye hala bir NATO ortağı olarak kalmalı mı? NATO'nun Sovyet sonrası dönemde hala bir görevi var mı? Eğer varsa bu görev nedir?
NATO ve İslamcılık
NATO'nun misyonunu anlamak için ittifakın kurulduğu 4 Nisan 1949 tarihine dönelim. Kurucu Washington Antlaşması net hedefi açık seçik bir şekilde ifade etti: "demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü prensipleri üzerine kurulu üye ülke haklarının özgürlüğünü, ortak mirasını ve medeniyetini korumak." Diğer bir deyişle, NATO Batı medeniyetini korudu. O zaman evet bu, komünizme karşı ittifak içinde olmak anlamına geliyordu, o yüzden NATO 42 yıl boyunca Sovyet tehdidine odaklandı. Daha sonra 1991 yılında bir gün, Sovyetler Birliği çöktüğünde ve Varşova Paktı uçup gittiğinde ittifak bir başarı krizi ile karşı karşıya kaldı.
İttifakın var olmaya devam edip etmemesi ve ittifakı kime karşı koruyabileceği gibi sorular soran varoluşsal bir sorgulama süreci doğdu. (Görünen o ki, Rusya nihayetinde bir rakip olarak yeniden geri döndü ama bizim buradaki konumuz bu değil.) Sunulan en ikna edici cevaplar evet NATO var olmaya devam etmeli ve savunma sistemini yeni büyük totaliter tehdit olan İslamcılığa karşı harekete geçirmeli oldu. Faşistler, komünistler ve İslamcılar birbirlerinden pek çok yönden farklıdırlar ama hepsi de hükümetine hizmet etmek için var olan üstün insana şekil vermenin, köktenci ütopyacılığın müşterek hayalini paylaşırlar.
Yeni İslamcı düşman önceki hasım yenilgiye uğratılır uğratılmaz, liberal fikir birliği ya da "tarihin sonu" gibi konulardaki gevşek nosyonları hızla yok ederek küresel bir öneme yükseldi. 1977 yılında İslamcılar Bangladeş'te ve 1979 yılında İran'da iktidara geldiler. Yine 1979 yılında Suudi Arabistan hükümeti keskin bir şekilde köktenciliğe yöneldi. İslamcılar gücü 1989 yılında Sudan'da ve 1996 yılında Afganistan'ın çoğunda ele geçirdiler.
NATO üyelerine, özellikle Amerika Birleşik Devletlerine yönelik cihatçı saldırılar bu dönem boyunca hızla çoğaldı. 11 Eylül'den önce yaklaşık 800 Amerikalı İslamcılar tarafından düzenlenen şiddet olaylarında hayatlarını kaybetti. 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezi'ni bombalama kalkışması İslamcıların üstün emelleri ile ilgili en iyi fikri sunuyor.
1995 yılına gelindiğinde NATO Genel Sekreteri Willy Claes'in İslamcılığı örgütün tarihsel düşmanları ile karşılaştırmasıyla bu tehdit yeterince belirgin hale gelmişti: "Köktencilik en azından komünizm kadar tehlikelidir." Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, "İslamcı militanlık belki de NATO ittifakına ve Batı güvenliğine yönelik tek büyük tehdit olarak ortaya çıktı" diye ekledi. 2004 yılında, eski İspanyol başbakanı José María Aznar benzer noktalara değindi: "İslamcı terörizm NATO üyelerinin varlığını tehlikeye atan küresel bir doğaya sahip yeni bir ortak tehdittir." İttifakın "İslamcı cihatçılık ve kitle imha silahlarının yaygınlaşması" ile savaşmaya odaklanması gerektiğini savundu. "İslamcı cihatçılığa karşı savaşı İttifak stratejisinin merkezine koymaktan" daha fazlası için çağrı yaptı.
Böylece idrak sahibi liderler Sovyet sonrası dönemin başlangıcından itibaren NATO'ya Batı medeniyetinin yeni temel tehdidi, İslamcılık üzerine odaklanması çağrısında bulundular.
İslamcı Tehdit
Çok geçmeden bu tehdidi iki ülke simgeliyordu: Afganistan ve Türkiye. Her iki ülkede sırasıyla NATO için eşi görülmemiş iç ve dış zorlukları simgeler hale geldiler.
NATO tüzüğünün "kolektif öz savunma" ihtiyacı gerektiren kritik şartı 5. Madde, Küba füze krizi veya Vietnam Savaşı sırasında değil, ilk ve son kez 11 Eylül saldırısından sonra yürürlüğe girdi. Vurgulamak gerekirse: Sovyetler, Çinliler, Kuzey Koreliler, Vietnamlılar veya Kübalı Komünistler değil periferik bir ülkenin (Afganistan) mağaralarında saklanan El Kaide ve Taliban, üye bir devleti bu çok önemli adımı almaya teşvik etti. Çünkü Komünistler değil, New York ve Washington DC'deki Amerikan güç merkezlerine saldırmaya İslamcılar cesaret ettiler.
Dahası, El Kaide ve Taliban küresel cihat hareketinin küçük bir parçasıydılar. On yıl içinde bomba yapmak için meşru bir yola sahip İran'ın nükleer birikimi özellikle Tahran'da hüküm süren kıyamet rejimi ve elektromanyetik darbe saldırısı olasılığı faktör alındığında tek başına en ölümcül sorunu temsil ediyor.
Mısır'da bir camiden Londra'da bir köprüye ve Sidney'de bir kahveye kadar küçük ölçekli saldırılar daha az tehlike arz ediyorlar ama daha sıklıkla gerçekleşiyorlar. İslamcı ayaklanmalar Mali, Libya, Yemen ve Suriye'de iç savaşları ve Nijerya, Somali, Irak ve Afganistan'da yarı-iç savaşları tetiklediler. İŞİD'in bir kolu Filipinler'de Maravi şehrin kontrolünü beş ay boyunca ele geçirdi. Cihatçı saldırılar Müslüman çoğunluğa ve azınlıklara sahip olmaları fark etmeksizin NATO üyesi olmayan ülkelerde de gerçekleşiyor: Arjantin, İsveç, Rusya, İsrail, Hindistan, Myanmar (Burma), Tayland ve Çin.
Cihatçılar aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, İngiltere, İspanya, Fransa, Hollanda, Almanya, Danimarka ve Bulgaristan da dahil olmak üzere pek çok NATO üyesine saldırdılar. Siyaseten zayıflatma ve terörün ötesinde bu saldırılar askeri eğitimlerin azalmasına, aktif askeri güçlerin yüzde 40'ı kadarının temel görevlerinden uzaklaşmasına ve polis görevi—sinagoglar, okulları ve karakolları koruma—yapmalarına neden olarak askeri şartları ciddi biçimde zayıflattı.
Ve bir de Türkiye var.
Diktatör, Batı Karşıtı, NATO Karşıtı Türkiye
Eski güzel günlerde, NATO Sovyetler Birliği'ne karşı Türkiye'nin güvenliğini sağladı; bunun karşılığında Türkiye NATO'ya paha biçilmez bir güney cenahı sundu. Bugün bile Türkiye NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip; Amerikan ordusu ile birleşince toplam 7.4 milyon NATO askerinin 3.4 milyonunu oluşturuyorlar; iki ülke beraberce 29 müttefikin asker toplamının yüzde 46'sına katkıda bulunuyorlar.
Ancak AKP'nin Kasım 2002'deki zaferinden sonra pek çok şey değişti. Erdoğan seçimlerden kısa bir süre sonra meşhur "Türkiye ılımlı İslam'ın hüküm sürdüğü bir ülke değil" sözünü söyledi ve hükümetinin İslami okullara destek sağlanması, erkek-kadın ilişkilerinin, alkol kullanımının, cami binalarının düzenlemesi ve daha geniş anlamda "dindar bir nesil" yetiştirme çabasıyla sözünü yerine getirdi.
Erdoğan'ın iktidarı İslamiyet'in despotik doğası üzerine inşa edildi: seçimlere hile karıştırdı, karşıt görüşlü gazetecileri terörizm suçlamaları ile tutukladı, kısaca SADAT denilen özel bir ordu yarattı, polise işkence yaptırdı ve bir darbe sahneledi. Son noktada: Sözde Temmuz 2016 darbesi hükümete 200,000 fazla Türk'ü göz altına alma, tutuklama, işten çıkarma, 130 kadar haber kaynağının kepenklerini kapatma ve 81 gazeteciyi hapse atma fırsatı verdi. Gazetecileri Koruma Komitesi Türkiye'yi "dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi" olarak adlandırıyor.
Erdoğan Kürt dilinin, kültürünün ve siyasetinin söylemlerini yok etmeye çalışarak yeni Türk milliyetçisi müttefiklerini tatmin ederken, Türkiye'nin güneydoğusunda neredeyse bir iç savaş pek çok kişi fark etmeksizin şiddetle devam ediyor. Korku yayılıyor, totaliterlik beliriyor.
NATO'nun Türkiye ile ilgili sorunları 1 Mart 2003'de AKP'nin egemen olduğu parlamentonun Amerikan kuvvetlerinin Saddam Hüseyin'e karşı savaşı yürütmek için Türk hava sahasına girişini reddetmesiyle başladı.
Türk hükümeti Suriyeli mültecileri Avrupa'ya göndermekle tehdit ediyor. NATO'nun Avusturya, Kıbrıs ve İsrail gibi yakın müttefikleri ile olan ilişkilerini engelliyor. Türklerin Batı'ya, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya'ya bakışının değişmesini destekledi. Bu düşmanlığın bir örneği olarak, Ankara belediye başkanı Melih Gökçek Eylül 2017'de Amerika Birleşik Devletlerinin bazı kısımlarını yağmalayan iki büyük kasırga Harvey ve İrma'dan sonra daha fazla fırtına hasarı yaşanması için dua ettiğine dair bir tweet attı.
Ankara siyasi baskı amacıyla Almanları ve Amerikalıları rehin aldı. Türk kökenli Alman gazeteci Deniz Yücel Alman hükümeti Türkiye'nin tanklarını güncellemeyi kabul edene kadar bir yıl hapis yattı. Alman insan hakları savunucusu olan Peter Steudtner hapiste bir kaç ay geçirdi. Protestan bir papaz olan Andrew Brunson en göze çarpan Amerikalı rehine ancak kimya profesörü İsmail Kul, kardeşi Mustafa ve NASA fizikçisi Serkan Gölge gibi başkaları da var.
Bunu daha kişisel terimlerle ifade etmek gerekirse, ben (ve pek çok Türkiye analisti) Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunan gerçek veya hayali bir Türk suçlu ile değiş tokuş amaçlı rehine hizmeti için tutuklanma ve hapse atılma korkusu ile İstanbul'da uçak bile değiştiremiyor. Düşünün ki, hesapta müttefik olan Türkiye, dünyada vardığımda tutuklanmaktan korktuğum tek ülke.
Almanya'daki karşıt görüşlü Türkler ya suikasta uğradılar veya Avrupa Kürt Demokratik Toplum Kongresi eş başkanı Yüksel Koç gibi suikasta uğramaktan korkuyorlar. Buna ilaveten, Türk hükümetindeki haydutlar, özellikle 2016 yılında Brooking Enstitüsü'nde ve 2017 yılında Washington'daki Türk elçiliğinin önündeki Sheridan meydanında protesto eden Amerikalılara saldırdılar.
Türk hükümeti çeşitli yollarla Tahran ile de taraftır: İran'ın nükleer programına yardım etti, İran petrol sahalarının gelişmesine destek verdi, İran silahlarının Hizbullah'a transferine yardımcı oldu ve Hamas'a verilen desteğe katıldı. İran genel kurmay başkanı belki de Kürtlere karşı ortak bir çaba geliştirmek için Ankara'yı ziyaret etti. Ankara ,Astana görüşmelerine katıldı ve İran, Rus ve Türk hükümetleri Suriye'nin kaderi için karar verdiler.
Erdoğan Şangay Kooperatif Organizasyonu'na sözde katılımcı oldu; bir miktar sahte olsa da, organizasyon NATO karşıtı ve NATO'ya en benzer Rus-Çin işbirliği. Türk birlikleri Çin ve Rus orduları ile müşterek askeri tatbikatlara katıldı. En önemlisi, Türk silahlı kuvvetleri Rus S-400 uçaksavar füze sistemini kullanıyorlar ki, bu NATO üyeliği ile son derece tutarsız bir adım.
Sonra Ege Ordusu var. Erdoğan'ın en üst yardımcılarından Yiğit Bulut Şubat 2018'de Türkiye'nin "bir gün [ABD hükümeti] ... pekala da Türkiye'ye saldırmayı düşünebileceğinden Rus ve Çin yapımı savaş uçakları ile kuvvetlendirilmiş" bir güce ihtiyacı olduğunu söyledi.
Eğer bu kulağa çılgınca geliyorsa, bu yazı yazılırken, Suriye'nin Membiç kentinde bir ABD-Türkiye çatışması olasılığı var. Gerginlikler öyle bir noktaya ulaştı ki, bir Beyaz Saray açıklaması Başkan Trump'ın "Türkiye'yi dikkatli davranmaya ve Türk ve Amerikan güçleri arasında bir çatışma riskine neden olacak herhangi bir eylemden kaçınmaya çağırdığı" konusunda uyardığını belirtti.
Türkiye NATO'yu Tahrif Ediyor
Düşmanlığa ek olarak, Türkiye'nin NATO'daki varlığı ittifakı tahrif ediyor. NATO İslamcılığa karşı savaşla ilgili olmalı, ancak İslamcılar hali hazırda çatının altındaysa ittifak bunu nasıl yapacak?
Bu ikilem 2009 yılında Genel Sekreter Jaap de Hoop Scheffer'in döneminin Temmuz ayında sona ermesiyle açığa çıktı. 2006 yılından beri yeni genel sekreterin Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen olmasıyla ilgili bir fikir birliği vardı. Rasmussen Danimarka karikatür krizi sırasında ülkesinin başbakanıydı. Türkiye de dahil olmak üzere Müslüman çoğunluğa sahip ülkeler karikatürlere karşı bir tavır alması için üzerinde baskı yaptığında, çok doğru bir şekilde şunu söyledi: "Modern ve özgür bir ülkenin Başbakanıyım. Gazetelere neyi yayınlayıp ne yayınlayamayacaklarını söyleyemem, bu onların sorumluğu." Hatta Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin elçilerinden oluşan bir delegasyon ile buluşmayı da reddetti.
Ancak üç yıl sonra Rasmussen NATO genel sekreterliği için aday olduğunda Türkiye söyleyeceğini söyledi. O zamanın Başbakanı Erdoğan karikatür krizini hatırlattı: "Ne olup bittiğini anlatması için Danimarka'da İslami liderlerle bir araya gelmesini istedim ama reddetti, o zaman barışa nasıl katkıda bulunabilir?" Karşılıklı tavizlerle sonuçlanan pek çok pazarlık yapıldı: Rasmussen genel sekreterliğe kamuoyu önünde Erdoğan'ın gönlünü almak koşuluyla atandı ve de bu koşulu yerine getirdi: "İşbirliğini sağlamak ve diyaloğu yoğunlaştırmak için Müslüman dünyaya çok açık bir şekilde ulaşabilirdim. Türkiye'yi çok önemli bir müttefik ve stratejik ortak olarak görüyorum ve Türkiye ile işbirliği içinde olacağım. Bizim gayretlerimiz Müslüman dünya ile en iyi işbirliğini sağlamak üzerine." Bürokratlara yapılan çevirisi: "Türk başbakanını üzecek hiç bir şey yapmam."
Bu açık bir şekilde İslamcılığa karşı savaşan sağlam bir NATO'ya değil, bir üye hükümeti kızdırmak korkusuyla iki temel tehlikeden birine karşı duramayan ve içerden engellenen bir kuruma işaret etti. Buna bir NATO Parlamenter Meclis Delegasyonu organizasyonumun Türk üyelere atıfta bulunarak hazırladığı bir toplantıdan çıkıp gittiği zaman şahsen tanık oldum.
Ne Yapmalı
NATO bir ikilem ve seçimle karşı karşıya: Benim savunduğum üzere Türkiye'yi dışlamak ya da kurumsal bir içgüdü olarak tutmak. Benim argümanım NATO'ya yönelik düşmanca adımlar atan Ankara'nın bir müttefik olmadığı ve İslamcılığa odaklanılmasını engellediğini savunuyor. Kısacası Türkiye düşman kampa geçen ilk üye devlet ve uzunca bir süre o düşmanca kampta kalacak görünüyor.
Türkiye'yi ittifakta tutma argümanı şöyle özetlenebilir: Evet, Türkiye Erdoğan iktidarı altında tutarsızdır ama sonuç olarak eninde sonunda geri döneceği NATO üyeliği bir nebze de olsa üzerinde bir etkiye sahiptir. Ya da Steven Cook'un dediği gibi, "Türkiye faydalı olabileceğinden dolayı önemli olmaya devam eder ama Ankara'nın neden olduğu sorunlar yüzünden olamıyor."
O zaman hangisi daha öncelikli? NATO'nun misyonunu tamamlamasına karışmamak mı, yoksa Ankara üzerinde nüfuz sahibi olmayı sürdürmek mi? Mesele Türkiye'nin ne kadar daha İslamcı, diktatör ve haydut devlet statüsüne doğru ilerleyeceğini algılamaya kalıyor. Türkiye'deki yaygın Batı karşıtı görüş birliğine baktığımda NATO'nun NATO'dan özgür olmasını istiyorum.
Bu sonuç üzerinde hem fikir olan analistler (2009'da ben de dahil olmak üzere) bazen "Türkiye'yi atın" diyorlar ama NATO, 1949 yılında hiç kimse şu andaki durumu öngöremediğinden bir üyenin ihraç edilmesi mekanizmasından yoksun. Bununla birlikte, Ankara ile ilişkileri azaltacak ve Türkiye'nin NATO'daki rolünü küçültecek pek çok adım atmak mümkün.
İncirlik Hava Üssü'nden vazgeç: Ankara, İncirlik'e erişimi değişken bir şekilde kısıtlıyor (Alman birliklerinin acilen ayrılması) ve üs dünyanın en aktif ve en tehlikeli savaş bölgesi olan Suriye'ye tehlikeli şekilde yakın. Oysa alternatif pek çok yer var, örneğin Romanya ve Ürdün. Bazı medya sitelerine göre, bu süreç hali hazırda çoktan başladı.
Amerikan nükleer silahlarını çek: İncirlik tahmini 50 nükleer bombaya ev sahipliği yapıyor, bunların oradan hemen kaldırılması gerekiyor. Soğuk Savaş'ın bu kalıntıları askeri bir anlam ifade etmiyor ve bildirildiğine göre, İncirlik'teki uçaklar bu silahları yükleyemiyorlar bile. Daha da kötüsü, bu silahları ev sahibi hükümetin ele geçirmesi ihtimali akla geliyor.
Silah satışlarını iptal et: ABD Kongresi 2017 yılında Türklerin Washington'daki haydutluğuna tepki olarak önerilen bir personel silah satışını reddeden Yürütme'nin kararını geçersiz kıldı. Daha da önemlisi, Amerikan cephaneliğindeki en gelişmiş savaş uçağı olan F-35'in satışı engellenmelidir.
Madde 5'i veya diğer yardım taleplerini görmezden gel: Türk saldırganlığı NATO üyelerini Kürtler yüzünden bir savaşa sürüklememeli ve NATO bunu açıkça belirtti. Erdoğan NATO'yu yerel seçmenine hoş görünmek için NATO'yu iğneliyor: "Hey NATO neredesin? Afganistan'a, Somali'ye, Balkanlar'a çağırdın geldik. şimdi ben çağırıyorum, hadi bakalım Suriye'ye gel. Niye gelmiyorsun?"
NATO'yu Türk ordusundan uzaklaştır: İstihbarat paylaşmayı kes, Türk personeli eğitimden geçirme ve Türkleri silah geliştirme katılımından dışla.
Türkiye'nin muhaliflerini destekle: Suriye Kürtleri ile birlik olun. Giderek büyüyen Yunan-Kıbrıs-İsrail ittifakını destekleyin. Avusturya ile işbirliği yapın.
Kısacası, Komünistler hiçbir zaman 5. Madde'yi provoke etmediler ve hiçbir NATO üyesi Varşova Paktı'na girmedi. El Kaide ve Erdoğan'da cisimleşen İslamcılık eski değerleri neredeyse tanınmayacak ve yeni ve yaratıcı düşünmeyi gerektirecek şekilde karmakarışık etti. NATO'nun bu sorunların karşısında uyanması gerekiyor.
Güvenlik Politikaları Merkezi'nin kıdemli bir üyesi olan Daniel Pipes 1994 yılından beri Orta Doğu Forumu'na liderlik ediyor. Harvard'dan A.B ve Ph.D dereceleri olan Pipes Chicago, Harvard, Pepperdine Üniversiteleri ile ABD Donanma Harp Okulu'nda eğitim verdi. Beş ABD yönetiminde görev yaptı, iki cumhurbaşkanı tarafından atandı ve pek çok kongre komitesi önünde tanıklık etti. Pipes, Orta Doğu, İslam ve diğer konularda basılan on altı kitabın yazarıdır. DanielPipes.org sitesi yazılarından ve medya görünümlerinin arşivi mevcuttur. © 2018. Tüm hakları saklıdır.