Amerikalı ve İsrailli yetkililer sonunda Orta Doğu barış sürecinin öldüğünü kabul ettiler. Bunun sonucu olarak da, Dışişleri Bakanı James Baker 13 Haziran Çarşamba günü İsraillilere Filistinlilerle konuşmak için gerçekçi şartlarını belirlemelerini söyledi. Ancak İsrail'in hareket geçmesini beklemek yerine Amerikalılar yeni fikirlerle bir şeyleri başlatabilirler – burada bu fikirlerden biri.
Arap-İsrail çatışmasının detaylarından uzak durulduğunda ortaya dikkat çekici bir şey çıkıyor: Filistinliler İsrail'den İsrail'in Arap devletlerinden istediğini istiyor—tanınma ve meşruiyet. Böylece Filistinliler İsrail'den tavizler, İsrail de Arap devletlerinden tavizler bekliyor. Diğer taraftan Arap devletleri İsrail ile doğrudan kamuoyuna açık müzakereler yapmaktan ve İsrail ise benzer müzakereleri Filistinliler ile yapmaktan kaçınıyor. Bu simetri Arap-İsrail çatışmasında yeni ve verimli bir yaklaşım öngörüsünde bulunuyor.
İsrailliler, 40 yılı aşkın bir süredir Arap devletlerinin Filistin'de bir Yahudi devletinin varlığını ve nihayetinde meşruiyetini kabul etmesini sağlamaya çabalıyorlar. İsrail'in diplomatik ve askeri politikasının merkezindeki bu hedef Mısır ile barış anlaşması ve Ürdün ile kabul edilebilir sınırlarda çalışan bir ilişki de dahil olmak üzere kısmi başarı ile taçlandı.
Ancak Iraklı Saddam Hüseyin son günlerde "ateşimiz İsrail'in yarısını parçalayıp yutacak" tehdidinde bulunurken Mısırlı Hüsnü Mübarek İsrail'i eylemlerinin "barış yürüyüşünü sonlandırabileceği ve tüm bölgeyi yeni bir kanlı yüzleşmenin eşiğine getirebileceği" konusunda uyardı. Bağdat'ta 30 Mayıs'ta düzenlenen Arap zirvesi on yıldan fazla bir süredir görülen en kavgacı oturumdu.
Araplar kamuoyunun önünde (özelde olan tamamen başka bir mesele) İsrail'in şu anda İsrail tarafından kontrol edilen topraklar üzerinde bir Filistin devletini kabul etmesinde ısrar ediyorlar. Onlarca yıldır Araplar bunu kazanmak için terörizmden diplomasiye kadar her tür baskıya başvurdular. Burada da bazı ilerlemeler kaydedilmişti. İsrail 1978'de Kamp David'de Filistinlilerin haklarını tanıdı ve Filistin davası dünyadaki yaygın sempati kazanan (İsrail'de bile) en görünür milliyetçi hareket oldu. Ancak İsrail'in arayışı gibi Araplar da hala başarısız. FKÖ Filistin'in bir milimini bile kontrol etmiyor.
Önümüzde başarısızlık ve hayal kırıklığı paralelliği duruyor: İsrail Arap devletlerinden istediğini, Filistinliler ise İsrail'den istediğini alamıyor. Ancak bu paralellik muhtemel bir fırsat da sunuyor. Arap-İsrail çatışmasının çözümü her iki amacında beraber ele alınmasını gerektiriyor, o zaman neden onları birbirine bağlamıyoruz.
ABD hükümeti dürüst bir aracı olarak İsrail'in Arap devletlerinden beklediği tavizleri İsrail'in Filistinlilere olan tavizleri ile ilişkilendirmelidir. Bu da Arap devletleri İsrail'e bir şey verdiğinde, o zaman—sadece o zaman—İsrail'in bunun karşılığında Filistinlilere bir şey vermesinin beklenmesi demektir.
Değiş tokuşlar küçük ya da büyük olabilir. Örneğin eğer Suudiler İsrail'e yönelik ekonomik boykotlarına son verirlerse, İsrailliler Batı Şeria'da Filistinlilerin yeraltı sularına erişimini artırabilirler. Şam daimi ordusunu yılda yüzde 5 azaltabilir, karşılığında Kudüs işgal altındaki bölgelerde yeni Yahudi yerleşimleri kurmayı bırakacaktır. Saddam Hüseyin İsrail ile bir barış anlaşması imzaladığında Yaser Arafat Kudüs'e davet edilebilir. Ve son olarak tüm Arap devletleri İsrail ile barış anlaşması imzaladığında Filistinliler devletlerine sahip olurlar.
Bunlar sadece çizilen varsayımlar, çünkü gerçek anlaşmaların ne şekilde sonuçlandırılacağını bilmek mümkün değil. Ancak tarafların adil bir denge bulmak için uzun saatler harcayacağını tahmin etmek mümkün. Şeytan ayrıntıda gizlidir; ancak karşılıklı tavizlere şekil vermek yapıcı bir süreç olacağından bunda bir sorun yok ve bu mültecilerin tazminatları, İsrail'deki Arap hakları, bölgelerin kontrolü ve Kudüs'ün tasarrufu gibi Arap-İsrail çatışmasındaki pek çok meseleye genişletilebilir.
Bu durumda herkes kazanır. Arap devletleri ana hedefleri olarak gösterdikleri Filistinliler için adalet hedeflerine ulaşırlar. İsrail barışı elde eder. Filistinliler devletlerine sahip olurlar.
Bu yeni barış süreci polemikleri ağartır. Varsayıma dayalı niyetlere (Sayın Arafat İsrail'i gerçekten kabul etti mi? İsrail Batı Şeria sakinlerini kovacak mı?) odaklanmak yerine alıp-verme konularına odaklanıyor. İnisiyatifin yükünü Arap devletlerine—olması gereken yere, Kahire, Şam, Bağdat ve diğer başkentlere (İsrailli ya da Filistinlilere değil), nihai olarak çatışmanın devam edip etmeyeceği kararını vereceklere yüklüyor. Eğer, herkesin şüphe ettiği üzere Arap devletleri gerçekten İsrail ile barış ya da bir Filistin devleti ile ilgilenmiyorlarsa bu süreç bu gerçeği de ortaya çıkarıyor.
Her şeyin ötesinde, tüm yaklaşım İsraillilere ve Filistinlilere ortak paylaştıkları hayati bir çıkarı keşfetmelerine yardımcı oluyor: Arap devletlerinin İsrail'e yönelik düşmanlıklarına son verme. Gelecekte Filistinliler Arap başkanlarına, krallara ve emirlere İsrail'e imtiyazlar verilmesi konusunda baskı yapacaklar – ve bu daha iyisi için ne kadar şaşırtıcı bir değişim olacak.
Aslında İsrailliler bu planı onayladılar. Başbakan İzak Şamir'in bu haftanın başlarında The Wall Street Journal gazetesine söylediği gibi, "ABD'nin eylemleri sadece Filistinliler ile müzakerelere odaklanmakla kalmamalı: Arap ülkeleri ile de bir çaba gerekiyor."
Şimdi İsrail ve Filistin arzularını ayrı ayrı ele almak nafile. Sorunun tüm parçaları bir araya getirilmeli ve aynı anda ele alınmalıdırlar. ABD hükümeti geçmiş yılların amaçsız çabalarını geride bırakmalı ve daha az riskli ve başarı şansı daha fazla olan yeni bir şeyler denemeli.