İslam Amerikan yaşamına iki vesile ile egemen oldu, bir kez 1979'dan 1981'e kadar süren İran rehine krizi döneminde ve yakın zamanda, 11 Eylül 2001'de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon'a yönelik saldırılardan itibaren. Her iki durumda da Amerikalılar sebepsiz bir şekilde Amerikan vatandaşlarına yönelik şiddeti destekleyen görünüşte dindar bireylerin (o zaman Ayetullah Humeyni, şimdi Osama bin Laden) görüntüsüne öfke ve şaşkınlıkla yanıt verdiler. Her seferinde İslam Amerikan sosyal hayatında en çok tartışılan konulardan biri oldu.
Ancak ABD hükümeti bu iki vakanın İslami boyutuna oldukça farklı tepki verdi. İlk turda, kendini İran'ın politika açıklamalarıyla sınırlandırarak tartışmadan uzak durdu. ABD yetkililerinin gelenekselleşmiş ve inanç konularında çok az şey söylemeye ilişkin doğru pratiğine uygun olarak İslam'dan neredeyse hiç bahsetmediler. Sonuçta din bilgini değil, politikacı ve diplomattılar. İslam hakkında "konuşmak" onların uzmanlık alanı değildi ve bunu bilecek kadar alçakgönüllülerdi.
Ancak suskunluk daha derine indi: anayasal olarak laik olan bir kurum olan ABD hükümetinin sözcüleri olarak, belirli bir dinin doğru ve yanlışları üzerine görüşlerini açık bir şekilde ifade etmemeyi biliyorlardı. Bazı durumlarda bu gelenek hala güçlü. "Gerçek IRA" İrlanda Omagh'daki bir fuarda yirmi-sekiz kişiyi öldürdüğünde ABD başkanı Katolikliğin gerçek doğası üzerine kafa yorma fırsatını değerlendirmedi. Baruch Goldstein'in El Halil'deki ölümcül saldırısı dış işleri bakanının Musevilik hakkında bir yorum yapmaması ile ilgili bir kıvılcım ateşlemedi. Hindu milliyetçi bir bakış açısına sahip Bharatiya Janata Partisi Hindistan'da iktidara gelmesi Hinduizm'in üst düzey bir analizinin yapılmasını teşvik etmedi.
Aynı şey İslam için de geçerli bir durumdu. Her halükârda teoride hala öyle. 2000'de Amerikan Müslümanları için düzenlenen şenlikli bir akşam yemeğinde o zamanki dış işleri bakanı Madeleine K. Albright konuklarına "Tabii ki, Amerika Birleşik Devletleri'nin İslam'a yönelik siyası bir politikası yoktur" dedi. Kadrosunda bulunan biri de bunun operasyonel düzeyde doğru olduğunu onayladı: "İslam politika üretiminde bir faktör değil."
Ancak bu artık doğru değil. Dinlerin en politiği olan İslam tıpkı dünyadaki hemen her başkentte olduğu gibi Washington'da da ayrıcalıklı bir yere sahip. İlk Bush yönetimi İslam üzerine tartışmalara 1992 Haziran'ında başladı. 1993'te göreve geldikten sonra, Clinton yönetimi İslam'a yönelik oldukça zeki bir politika geliştirdi. Politika oluşturma mevcut Bush yönetiminde hız kazandı. 11 Eylül'den beri başkan ve ekibi son trajedide İslam'ın ne rol oynadığı ve oynamadığını açıklamak için yoğun çaba harcadılar. Şimdi "İslam" Amerikalı devlet adamlarının, politikacılarının ve diplomatlarının dillerinden neredeyse baş döndürücü bir sıklıkta dökülüyor.
Mevcut tartışmanın yoğunluğu yeni olmakla birlikte, mevcut Amerikan hükümetinin İslam hakkındaki beyanlarının özü değildir. En son ifadeler son on yılda dile getirilen bir politikanın temalarını ve argümanlarını geliştirmektedir. Bu politika her biri bir siyasi mantra haline gelen dört ana elemente sahip: Medeniyetler çatışması yoktur. Terörizm İslami değildir. İslam Amerikan idealleri ile uyumludur ve Amerikan yaşamına katkıda bulunur. Amerikalılar İslam'ı takdir etmeyi öğrenmelidirler.
I. Medeniyetler Çatışması
Hükümet sözcülerinin ele aldığı ilk ve en acil görev, Soğuk Savaş'ın yerini "medeniyetler çatışmasının" aldığı fikrinin aksini iddia etmektir. Fikri ilk olarak 1993'de Harvard'dan Samuel Huntington önerdi; kendisinin olası çatışmalar kataloğunda İslam ve Batı arasında bir "medeniyetler çatışması büyük önem taşıyordu. Tekrar-tekrar, hükümete seçilenler bu fikrin yanlışlığını iddia ediyor. Başkan Clinton'un kendisi Huntington ile tartışarak Batı ve İslam arasında "kaçınılmaz bir çatışmaya" inanmanın "çok yanlış olduğunu" ilan etti. Fikrini desteklemek için ABD Müslümanlarının "İslam ile Amerika arasında özünde bir çatışma olmadığını söyleyecek" yetkililerini çağırdı. Daha da kibirlisi, Albright bazı yorumcuların öngördüğü gibi "Amerika Birleşik Devletleri'nin İslam ile bir 'çatışma' ile ilgilenmediğine" işaret etti. "Aksine, İslam ve Amerika Birleşik Devletleri arasında doğal bir çatışma yoktur." Ulusal Güvenlik İşleri Başkan Yardımcısı Samuel R. Berget ise şu temayı yineledi: "Medeniyetler çatışması yoktur.
Konu ne zaman ortaya çıktıysa daha az önemli rütbeliler üstlerinin arkasında durdu. Dışişleri Genel Sekreter Yardımcısı Ronald Neumann "İslam ve Batı arasında doğal bir çatışma" olduğu bulgusuna rastlamadı. "Biz bir medeniyetler 'çatışması' görmüyoruz." Dışişleri Genel Sekreteri John Beyrle'nin Özel Danışmanı "bir ulus olarak Amerika'nın İslam ile bir 'çatışma' içinde olduğunu görmek hiç mantıklı değil" dedi. Dışişleri Bakanlığı bilgi formuna göre, "İslam ve Batı karşı karşıya değildir." Hatta, bu konularla genel olarak ilgilenmeyen Savunma Bakanlığı bile bir fikre sahipti: Genel Sekreter Yardımcısı Bruce Riedel'e göre, "Pentagon İslam ve Batı arasında bir medeniyetler çatışmasının eli kulağında olduğu iddiasını reddediyor."
Neticede, hükümete seçilenler İslam'ın düşman statüsüne yükseltildiği fikrine karşı çıktılar. Eski Merkezi İstihbarat Teşkilatı [CIA] direktörü R. James Woolsey, 'neredeyse hayatımıza yarım yüzyıl boyunca hükmeden 'Kırmızı Tehdittin' yerini Arap dünyasını hızla yayılan 'Yeşil Tehdittin' aldığı düşüncesini kabul etmemeliyiz" dedi. Yakın Doğu İlişkileri Dışişleri Bakanı Edward Djerejian ABD hükümetinin "İslam'ı Batı ile karşı karşıya gelen ya da dünya barışını tehdit eden yeni bir 'izm' olarak görmediğini" iddia etti. O dönemde Ulusal Güvenlik Konseyi'nde görevli olan Martin Indyk bu noktayı daha da açtı: "Biz İslam'ı bir tehdit olarak görmüyoruz." Cephedeki tek çatlak 11 Eylül'den sonra Samuel Huntington'un sorunu yaratmadığını sadece teşhis ettiğini ima eden Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz tarafından sunuldu: "Bu suçlular ... kültürler arasında bir savaş alevlendirmek istiyorlar, bundan kaçınmalıyız."
II. Terör İslami Değil
ABD hükümetinin üstlendiği ikinci görev, Amerikalıların İslam ve terörizm arasında kurdukları yaygın ilişkiyi ortadan kaldırmaktı. Hükümete seçilenler dindar görünen Müslümanların sürekli olarak Amerikalıları öldürmeye çalıştıklarını inkar etmiyorlar ancak İslam ile olan bağlantılarını şiddetle reddediyorlar.
Başkan Clinton "pek çok insanın "köktencilik ve terör güçlerini" haksız bir şekilde İslam ile tanımladığından şikâyet etti. "Orta Doğu'dan gelen terörizm ile ilgili problemlerimiz vardı" derken bunun "İslam ile, dinle, kültürle kendiliğinden bir ilişki olmadığı" konusunda ısrar etti. Bir Dışişleri Bakanlığı bilgi notu başkanın fikrini tekrarladı: "Terörizm İslam da dahil olmak üzere herhangi bir büyük bir dinin ilkesi değildir." Ayrıca bakanlığın terörizmle mücadele koordinatörü Philip Wilcox Jr. daha ileri gitti: "Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi İslam da barış ve şiddetsizlik vaat ediyor."
Bazı Müslümanlar şiddetsizlik vaazı verebilirler. Ancak siyasetçiler ve diplomatlar yadsınamaz Müslümanların Lübnan, Yemen, Kenya, Filipinler, New York ve Washington gibi çeşitli yerlerde Amerikalılara saldırdığı gerçeğini neyle açıklıyorlar? Bu tür saldırıları İslam'a aykırı görerek mi?1994 yılında Clinton "kendini din ve milliyetçilik söyleminin arkasına gizleyen ancak dinlerinin öğretilerine aykırı davranan ve vatanseverlikle alay eden terör ve aşırıcılık güçlerini" eleştirdi. 1998'de aynı konuya Osama bin Laden ve işbirlikçilerini "masumları öldürmek için dinlerini korkunç bir şekilde çarpıtmakla" suçlayarak geri döndü. Onları "cinayeti doğruculuk kisvesine saran ve böylece adına davrandıkları büyük dine saygısızlık yapan fanatikler ve katiller" olarak nitelendirdi.
Başkanın adamları da görev duygusuyla aynı şeyi yaptılar. Ulusal Güvenlik Danışmanı Anthony Lake "İslami doktrinleri çarpıtan ve etkilerini zor kullanarak genişletmeye çalışan militanları" suçladı. Dışişleri bakan yardımcısı olarak görev yapan Robert Pelletreau'ya göre, Cezayir'de şiddet yanlısı bir İslami grup "İslam'ın prensiplerine" aykırı hareket ediyordu. Merkezi Haberalma Teşkilatı'nın eski direktörü R. James Woolsey bugün İran'da olan devlet işleri ve özellikle önemli ölçüde teröre bel bağlayan liderlerin seçimleri için İslam'ı suçlamayı "büyük bir hata" olarak değerlendirdi. Woolsey, İran'daki durumdan İslami geleneklerden kopmuş "birkaç adamın" sorumlu olduğunu savundu. Dışişleri Bakanlığı terörle mücadele koordinatörü Michael A. Sheehan terörizmi "İslam'ın öğretilerinden bir sapma" olarak niteledi. Beyrle sahip olduğu Kuran'ı kontrol etti ve "aşırıcılığın gerçek anlamda İslami olmadığı sonucuna vardı. Wilcox "İslam'ın adına konuştuklarını iddia eden teröristler inançlarını kötüye kullanıyorlar" dedi.
Bu konuyu 11 Eylül olayları ilgi odağına taşıdı. İlginçtir ki, tüm hükümet yetkilileri dört uçak kaçırma eyleminin İslam'a atfedilemeyeceğini kabul ederken kendi aralarında Wolfowitz'in söylediği gibi bunun en yalın anlatımla "bir İslami eylem" olmadığı ya da İslam'a rağmen yapılan bir şey olduğu sorusu ile ilgili farklı düşünüyorlardı.
Başkan Bush'un Kongre'de yaptığı konuşma ilk yorumun işaretiydi:
Teröristler Müslüman alimler ve Müslüman din adamlarının büyük bir bölümü tarafından reddedilmiş olan İslami aşırıcılığın şiddet yanlısı, İslam'ın barışçıl öğretilerini saptıran bir biçimini, uyguluyorlar ... [İslam'ın] öğretileri iyi ve barışçıldır ve Allah'ın adına kötülük yapanlar Allah'ın adına saygısızlık yapmaktadırlar ... Teröristler kendi inançlarına hıyanet eden, aslında İslam'ı gaspetmeyi deneyen kimselerdir.
İkinci yorum Başkan Bush'un Washington'daki İslami Merkeze yaptığı bir ziyaret sırasında Müslüman bir topluluğa yaptığı bir konuşmada ortaya çıktı: "Bu suçsuzlara yönelik şiddet eylemleri İslam inancının temel ilkelerini ihlal ediyor. ... Terörün yüzü İslam'ın gerçek yüzü değil. İslam'ın yüzü bu değil. İslam barıştır." Beyaz Saray Basın Danışmanı Ari Fleischer daha da ileri giderek saldırıları "İslam'ın yoldan çıkarılması" olarak nitelendirdi. Dışişleri Bakanı Colin Powell aynı noktayı üstüne basa basa tekrarladı, uçak korsanlarını sadece İslam'dan değil Arap dünyasından bile dışlayarak eylemler "Araplar ya da İslamcılar tarafından yapılan bir şey olarak görülmemeli; teröristler tarafından yapılan bir şey olarak görülmeli" dedi.
Nasıl yapılırsa yapılsın İslam ve terörizm arasındaki bu ayrım 11 Eylül sonrası için düşman kavramı üzerinde derin bir etkiye sahip: Amerika Birleşik Devletleri militan İslam ya da herhangi bir Müslüman ile değil, "terör" ile savaşıyor. Bush Kongre liderlerine "biz bunu hiçbir şekilde ya da formda bir din savaşı olarak görmüyoruz" diye ifade etti. Powell'a göre, "bu Araplara ya da Müslümanlara ya da belli bir dine inanlara karşı girilmiş bir çatışma" değildi. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Richard Boucher terörizm "sadece bizim medeniyetimize değil onların medeniyetine yönelik bir tehdittir" açıklamasını yaptı. "Bunu Araplara karşı bir çaba olarak görmüyoruz; bunu Müslümanlara yönelik bir çaba olarak görmüyoruz." Bakan Yardımcısı Wolfowitz, daha kısa ve öz bir şekilde "bizim düşmanımız İslam değil terörizm" diye ilan etti.
Hatta yargı organı bile terörizmin İslami olmadığı görüşüne sahip. 1993 Dünya Ticaret Merkezi bombalamasının beyni olan Ramzi Yusuf'un cezalandırılması sırasında Yargıç Kevin Duffy davalıyı topa tuttu.: "Ramzi Yusuf, sen İslam'ı savunmaya uygun biri değilsin. Senin Tanrın ölüm. Senin Tanrın Allah değil. ... Allah için ne yaparsan yap, sen sadece kendi çarpık egonu tatmin etmek için yapıyorsun."
John Beyrle'ın sözleriyle özetlemek gerekirse; "Bazıları Soğuk Savaş'ın yerini medeniyetler çatışmasının aldığını düşünüyor. Benim kendi ülkemde dahil olmak üzere diğerleri terörizmin bir şekilde İslam ile ilgili olduğuna inanıyorlar. Her ikisi de yanlışlar." Ve ardından tartışma kapandı.
III. İslam, Olumlu bir Güç
O halde İslam düşman ya da terörizmin kaynağı değil. Ancak yetkililer bunu burada bırakmıyor. Hatta dinin iki olumlu özelliğini konu ediyorlar: Amerikan idealleri ile uyumluluğu ve Amerika Birleşik Devletleri için potansiyel faydaları.
Bill Clinton, ABD'li Müslümanların dininde "bizi bölecek, terörizmi teşvik edecek, bizim değerlerimiz için yıkıcı olacak bir şey yok" iddiasında bulundu. Ardından Clinton ve diğer yetkililer İslam'ın Amerikan değerlerini tam olarak nerede tamamladığını belirttiler: "Aileye ve topluma, inanca ve iyi çalışmaya adanmışlık—Batı ideallerinin en iyileri ile uyum içindedir. Dışişleri Bakanlığı'ndan John Beyrle İslam ve "kişisel özgürlük ve bireysel seçim gibi Batı idealleri" arasında hiçbir çatışma bulmadı. Bir Dışişleri Bakanlığı belgesi "pek çok Amerikalı ve pek çok Müslümanın barış, adalet, ekonomik güvenlik ve iyi yönetim gibi önemli değeri paylaştıklarını" ilan etti. En renkli ve özel formül Savunma Bakanı Yardımcısı John Hamre'den geldi.
ABD Anayasası'nın girişinden alıntı yaparak—"Biz, Amerika Birleşik Devletleri halkı, daha mükemmel bir birlik oluşturmak, adaleti kurmak, iç huzuru garantiye alma, ortak savunmayı sağlamak, genel refahı teşvik etmek ve kendimiz ve gelecek nesiller için özgürlüğün nimetlerini güven altına almak amacıyla"—Burada iyi bir Müslümanın uğruna savaşmayacağı tek bir kelime yok.
Daha da ötesi, İslam Amerika Birleşik Devletleri'ndeki iyi bir güç olarak ilan edildi. Bazı yetkililer belirsiz bir methiye ile mutlu oldular. Djerjian İslam'ı "kültürümüzü etkileyen ve zenginleştiren pek çok güç arasında tarihi bir uygarlık gücü" olarak betimledi. Aynı şekilde halefi Pelletreau İslam'ı "büyük bir medenileşme hareketi" olarak ilan etti.
Bazı durumlarda yetkililer spesifik oldular: Başkan Clinton, İslam'ın üç erdemine atıfta bulunarak "Amerika'da İslam'ı memnuniyetle karşılıyoruz" dedi: Ülkemizi İslam'ın öz disiplin, merhamet ve aileye bağlılık öğretileriyle zenginleştiriyor." Bir diğer beyanında iki erdemi tekrarlayarak üçüncüsünü değiştirdi: "İslam'ın temel değerleri ile—aileye bağlılık, dezavantajlılara merhamet ve farklılıklara saygı Amerika daha güçlendi." Albright İslam'ın oldukça farklı üçlü erdemine atıfta bulundu, "istişareyi onurlandıran, barışa değer veren ve onu kucaklayan herkesin doğal eşitliğine sahip olan bir inanç." Hillary Clinton ise İslam'ı övmek için başka nedenler buldu: "evrensel değerler—aile ve toplum sevgisi, karşılıklı saygı, eğitim ve herkesin en derin özlemi—barış içinde yaşama ... bizi bir halk olarak ve Amerika Birleşik Devletleri'ni bir ulus olarak güçlendirecek değerlerdir."
Savunma Bakan Yardımcısı John J. Hamre değerlerin upuzun listesini yapmaktan vazgeçerek Ramazan orucunu açan askeri bir gruba seslenirken bir erdemin üzerine vurgu yaptı: "Bazen kıyafetlerdeki en son moda ya da yeni araba modelleri ya da diğer maddi şeylerle meşgul olan bir Amerika'da, hayatı daha merkezi, daha geniş bir şekilde düşünen, Tanrı ile ilişkilerini, hayırseverliği, sadakayı düşünen insanlarla birlikte olmak iyi bir şey. Bu harika bir şey. Siz beraber olmak için harika insanlarsınız."
IV. Amerikalılar: İslam'ı Takdir Edin!
Ancak küçük ama mide bulandırıcı bir pürüz var: "sokaktaki" Amerikalı İslam'a resmi sözcülerden daha az hevesli bir şekilde bakıyor ve tutarsızlık yetkililer için bir utanç. Bazen bunu görmezden geliyorlar. Başkan Clinton'un kendisi ve personeli farklı şekillerde kelimesi kelimesine "Amerikalılar İslam'a saygı duyuyor ve onurlandırıyor" ve "Amerika Birleşik Devletleri İslamiyet'e büyük saygı duyuyor" beyanatlarında bulundu. Nadir bir daha büyük belirginlik örneği olarak, ABD'nin Pakistan büyük elçisi William Milan "Amerika Birleşik Devletleri'nin İslam'a ve İslam halklarına düşman olduğu efsanesini gömmek" istedi ve "Amerikan halkının çoğunluğunun" terörizm ile İslam arasında bir bağ olmadığını anladığını söyledi.
Bu mealde Amerikalıların İslam'a karşı önyargılı olduklarına yönelik pişmanlık itirafı neredeyse eşdeğerde. Albright Amerikalıların İslam hakkındaki "korkunç derecedeki cehaletinden" bahsetti. Hillary Clinton "toplum olarak biz, İslam'ı ve onun öğretilerine bağlı olanları sıklıkla yanlış karakterize ediyoruz" diye yazdı. Büyükelçi Seiple modern İslam'ın "son derece korkunç şekilde yanlış yorumladığı" konusunda konuştu. Uluslararası Dini Özgürlüğü Ofisi'nden Jeremy Gunn özellikle dobra: "İslam dini Amerika Birleşik Devletleri'ndeki talihsiz klişelerin kurbanı oldu."
Resim kafa karıştırıcı. İslam'a "saygı ve onur" var mı yoksa "korkunç derece yanlış yorumlanan" bir din mi? Çözüm: yetkililer tarafından sağlanan İslam'ın olumlu imajını engellediği için medyayı suçla. Bir Dışişleri Bakanlığı belgesi "Amerika Birleşik Devletleri bu sorunu ele almaya devam ettiği" sözünü verirken "bazen İslam'ın Batı medyasında çarpıtılmış tasvirini" esefle anıyor. Burada "Amerika Birleşik Devletleri" gerçeğin ve ışığın kaynağı ABD hükümeti demekken, medya sorunun kaynağıdır. Medya özel bir eleştiriyi hak ediyor. Hillary Clinton "Müslümanlar hakkındaki haberlerin sıklıkla Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanması ve diğer terörizm eylemlerinden sorumlu aşırılık yanlıları üzerinde odaklanmasından" duyduğu endişeyi ifade etti. Albright klişelerin "dünya halklarının dörtte birine uygulandığı konusunda i uyandırdığı infial ile ilgili konuştu. Bunlar "basında, kamuya açık tartışmalarda ve hatta kendini bilgili ve açık fikirli görenler arasında bile" ifade edildi. Kısaca, ABD'nin fikri ile ilgili bir kavga var ve hükümete seçilenler bilgisiz kalmış nüfusu aydınlatma görevine sahip.
Clinton'ın Ulusal Güvenlik İşleri asistanı Samuel R. Berger patronunun konuyla ilgili neden sıklıkla konuştuğunu açıkladığında bunu üstü kapalı bir biçimde ifade etti: çünkü "pek çok Amerikalı İslam konusunda naif." Cumhurbaşkanının "İslam ile ilgili eski klişeleri ortadan kaldırmak ... fanatikliğin ve terörizmin kaynağı gibi ... önyargıların üstesinden gelmek ve gelecekte umursadığımız şeylerin ortak davasını ilerletmek için bilinçli bir çaba gösterdi: barış, kendine saygı ve iş birliği" konularını vurguladığını söyledi.
ABD'li yetkililer kendileri ile avam sınıf, haberleri seyreden ve İslam'ı şiddet ile ilişkilendiren basit insanlarla aralarına mesafe koymak için çok çaba sarf ediyorlar. Milam'a göre, "maalesef ki, yanlış bilgilendirilmiş olanlar var ... İslam'dan korkan Amerikalılar ... İslam'ı terörizm ile karıştıranlar. Size çelişki korkusu olmadan ABD hükümetinin bu karışıklığı paylaşmadığını söyleyebilirim." Dışişleri Bakanlığı belgesinin samimi bir şekilde ortaya koyduğu gibi, "Ne gibi çarpıtmalar var olursa olsun Başkan Clinton, diplomatlarımız ve İslam dünyasıyla olan resmi ilişkilerimizden sorumlu diğerleri genelde İslam'a karşı net bir anlayışa ve saygıya sahipler."
Bu tutum Dışişleri Bakanlığı'nın neden Amerikalıları İslam konusunda eğitmeyi misyonun bir parçası olarak gördüğünü açıklıyor. Albright "Amerikalıları İslam konusunda daha fazla bilgi sahibi olmak için teşvik etmeliyiz" diye yazdı. Personeli bunu başarmak için çeşitli önerilerde bulundu. Büyükelçi Seiple bunu "Dışişleri Bakanlığı'nın bir öğrenme, diyalog ve değişim noktası sağladığından emin olmak önemli" dedi. Gunn ABD hükümetinin "konularda anlayış, diyalog ve iletişimi teşvik etmek için yapabildiği her şeyi yapması gerektiğini" söyledi. Bir Dışişleri Bakanlığı belgesi çareyi, "eğitim, insandan insana değiş tokuş, kitle iletişim araçlarında sorumlu yayıncılık ve sinema sektöründe doğru tasviri teşvik etmede" görüyor.
Neyse ki, hükümet yetkilileri diğer tarafın Amerikalıları İslam hakkında eğitmeye yardımcı olabileceği sinyalini veriyor: Bill Clinton'ın varlıklarının "Amerikalıların burada ve yurt dışında Müslümanlara olan saygısını" derinleştirme erdemine sahip olduğunu söylediği Amerikalı Müslümanların varlığı. Müslüman bir topluluğa hitap eden George W. Bush kabaca aynı şeyi söyledi: "Diğerlerini dini geleneklerinin konusunda eğiterek yerel topluluklarınızdaki diğer insanların hayatlarını zenginleştiriyorsunuz." Dışişleri Bakanlığı belgesi bu konuda daha az çekingen: "Amerikan Müslümanlarının sayıları artarken ve topluluk yerel politik görünürlüğünü—seçili makamlar kazanarak ve etkili siyasi eylem komiteleri kurarak—geliştirirken, medyamızda Müslümanların kesinlikle daha tutarlı objektif tasvirlerini görmeye başlayacağız."
Bir Geleneği Sürdürmek
Bu yetkililerin amacı nedir? İslam'ın bazı inananlarının şiddeti ile tamamen bozulmamış bir inanç olduğunu söylemek için neden her yola başvuruyorlar? İslam'ı neden Amerikan değerlerine örnek olarak gösteriyorlar?
Bu uygulamanın açık nesnel bir nedeni var: Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Müslüman düşmanlığını azaltmak için tasarlanmıştır. Akıl yürütme zinciri şöyle ilerliyor: (1) Pek çok Müslüman Batı'nın İslam'a saygı duymasını ve İslam'ın erdemlerini tanınmasını ister. (2) Bunun karşısında ABD hükümeti Müslümanlar tarafından onaylanmayı arzu eder. (3) Böylece Washington Müslümanlara aradıkları onayı verir. (4) Minnettar Müslümanlar Amerika Birleşik Devletleri'ne düşmanlıklarını azaltırlar. (5) Washington gerçekçi olarak aynı Müslümanların Amerika Birleşik Devletleri'ni kendisine karşı çıkan radikal Müslümanlara karşı savunmasını talep edebilirler. (Buna ek olarak bu söylemin bir kısmı ABD Müslüman nüfusunun dindirmek gibi ulusal amaçlara da hizmet ediyor.)
Bu diplomatik bağlamda bakıldığında, ABD'nin İslam'ı destekleyen bu resmi geleneğinin çıkış noktası 1992'de Kuveyt savaşından ardından Osama bin Ladin gibi radikal gruplar Orta Doğu'da ve Müslüman dünyasında daha fazla ilerleme kaydetmeye başladığından mantıklıdır.
Peki bu yaklaşım çalışacak mı? Bakış açısı olarak, benzer çizgideki daha önceki iki çabaya bakmak yararlı olur. Napolyon 1798'de İskenderiye'ye girişinin akabinde "Mısır halkı, size dininizi yok etmek için geldiğim söylenecek, inanmayın! Onlara haklarınızı tekrardan vermek, gaspçıları cezalandırmak için geldiğimi ve Memluklerden daha fazla Tanrı'ya, Peygamberine ve Kuran'a inandığımı söyleyin." Hatta Napolyon'un generallerinden biri Jacques Ménou İslam dinine geçti.
Avrupa tarihi bu tür ifadelerle doludur. İngiltere Hindistan üzerindeki hakimiyetini sağladıktan sonra, İngiliz yetkililer Müslümanların iktidarlarına olan düşmanlığını azaltmak için defalarca İslam'a olan saygılarını açıkladılar. Birinci Dünya Savaşı boyunca Osmanlılar ile müttefik olan Almanlar kendilerini İslam'a sempati besleyen tek Avrupa gücü olarak ilan ettiler. 1937'deki tuhaf bir örnekte, İtalyan diktatör Benito Mussolini Trablus'a ziyareti sırasında İtalya tarafından yönetilen Libya'nın Müslüman elitleri için "İslam'ın kılıcını" kuşandı. Bu durum münasebetiyle Mussolini "Müslümanlar İtalya'nın her zaman dünyanın her yerinde İslam'ın dostu ve koruyucusu olacağından emin olabilirler" vurgusunu yaptı. Dışişleri bakanı Müslüman değerlerin faşizm ile tamamen uyumlu olduğunu ilan etti: "İslami dünya geleneklerine uygun olarak Komutanda savaşçının eylemiyle birleşmiş devlet adamı bilgeliğini seviyor."
Kabul edilmelidir ki, ne hiçbir genel kurmay başkanı henüz İslam'a geçiş yapmadığı ne de Başkan Bush kılıç kuşanmadığı için karşılaştırmalar mükemmel değil. Ancak başkan bir camiyi ziyaret etti, hediye bir Kuran kabul etti ve Beyaz Saray'da Müslüman temsilcilerinden oluşan bir divan (meclis) topladı. Dahası, ABD'nin hedefleri Napolyon ve Mussolini'nin hedefleriyle neredeyse aynı—temelde düşman bir nüfusa yaranmaya çalışmak.
Sonuç
Mısır'ın Müslüman liderleri bütün güçleriyle Napolyon ile savaştıkça, Batı'nın Müslüman hassasiyetlerinin kaprisini çekmek çabaları yeterli olmazken Mussolini kazanmayı umduğu yaygın Müslüman desteğini bulamadı. O yüzden Amerika'nın çabaları da şüphesiz başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Ilımlı Müslümanların daha radikal dindaşları üzerinde herhangi bir etkiye sahip olması neredeyse hayal bile edilebilir değil.
Uygulanabilirlikler bir yana, Amerikan yetkililerin kendilerine İslam ile ilgili beyanlarının hükümetin temel prensipleri ile çelişip çelişmediğini sormaları iyi olur. Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyaya bir mesajı ve bu mesaj İslam değil. Sert bir şekilde belirtilmesi gereken mesaj bireycilik, özgürlük, sekülarizm, hukukun üstünlüğü ve özel mülkiyet üzerinedir.
Son olarak, federal yetkililer İslam konusunda kaygılı Amerikalıları azarlamanın ve o dinin erdemlerini gürültülü bir şekilde benimsemelerinin etkilerini fark etmeyebilirler. Burada bu onlar için dile getirildi: Azimle mahçup bir duruş benimseyerek kendilerini ülkenin İslami örgütlerinin muavini haline getirdiler. İslam ve terörizm arasındaki herhangi bir bağlantıyı reddederek ve Amerika'nın İslam'a ihtiyacı olduğunu iddia ederek, ABD hükümetini inancın gizli bir misyonerine dönüştürdüler.
Hiç kimse bunu fark etmeden, federal hükümetin kaynakları Müslümanların mesajlarını ve aslında inançlarını yaymalarına yardımcı olmak için konuşlandırıldı. "Eğer "terörle savaş" daha büyük bir amaca sahipse insanları siyasal İslam'ın boyunduruğundan kurtarmak olmalıdır. Buna da başlamak için kendi ülkenden daha iyi bir yer olamaz.
Daniel Pipes Orta Doğu Forumu'nun başkanıdır. Mimi Stillman Pennsylvania Üniversitesi'nde tarih alanında yüksek lisans öğrencisidir.