Sekülarizm ve materyalizmin akıl ile egemen olduğu bir çağda, çok az sayıda Batılı dış ilişkiler analisti dinin siyasi sonuçları hakkında düşünüyor. Doğru, İran devrimi, Polonya'da kilisenin merkezi rolü ve Birleşik Devletler'de köktendinci baskıcı grupların yükselişi gibi gelişmeler bu tartışmalara yol açıyor ama dinin daha derin ve devam eden etkisi görmezden gelinme eğiliminde.[1] Bu etki İslam örneğinde diğer dinlerden daha yaygın olabilir, çünkü İslam kamusal hayata ilişkin bir gündemi olan, siyasette, savaşta ekonomide, adalet ve sosyal ilişkilerde yandaşlarına ayrıntılı bir programla rehberlik eden mükemmel bir inançtır. Bugün bile, İslam Müslümanların siyasi tutumlarını derinden şekillendiriyor. Kişisel inançları ve siyası yönelimleri ne olursa olsun, Müslümanların bu nedenle modern siyasi düzene uyum sağlamakta özel bir zorluk yaşadıklarını[2] ve başka hiçbir dini topluluğun uluslararası düzeni bu kadar istikrarsızlaştırmadığını iddia edeceğim.
Müslümanlar Batı ile Karşılaşıyor
Esas olarak Araplar ve Orta Doğu ile ilişkilendirilmesine rağmen, İslam, Batı Afrika'dan Doğu Asya'nın en uç noktasına kadar geniş bir alana yayılmıştır. Gerçekten de Müslümanların çoğu Orta Doğu'nun dışında yaşıyorlar: Endonezya'da 123 milyon, Pakistan, Bangladeş ve Hindistan'da 70'er milyon, Sovyetler Birliği'nde 50, Nijerya'da 30 ve hatta Çin'de 20 ya da daha fazla milyon.[3] Batılılar İslam'dan bahsettiğinde bu Müslümanlar unutulma eğilimindeler, ancak tam bir resim için hepsinin dikkate alınmaları gerekiyor. Dil, kültür ve ırk, gelişme durumları ve siyasi sistemlerindeki geniş farklılıklara rağmen, Batılı ideolojiler ve süper güçlerin politikaları ile ilgili birçok fikri özelliği paylaşıyorlar.
Diğer Batılı olmayan halklardan daha fazla olarak Müslümanlar, modern Avrupa'nın siyasi fikirlerini ve Avrupa ve Amerika'nın egemenliğini kabul etmekte büyük zorluklar yaşıyorlar. Problemin bir kısmı Müslümanların Hıristiyan Batı ile uzun ve çoğunlukla hoş olmayan ilişkisinde yatıyor. Batı Asya, Hindistan, Sahra altı Afrika ve Amerika dahil olmak üzere dünyanın geri kalanı Avrupa ile ilk olarak MS 1500 yıllarında temasa geçerken, Müslümanların çoğu Avrupa'yı yüzyıllar öncesinden biliyordu. Müslümanlar ve Hıristiyanlar birbirleriyle Haçlı Seferlerinde, İspanya'nın yeniden fethinde ve Doğu Avrupa'ya yönelik Türk tehdidinde savaşarak her iki tarafta da acı bir miras bırakan bir düşmanlık modeli yarattılar.
Daha sonra, Avrupalı sömürgeci yönetim Müslümanların Batı'ya karşı düşmanlığını büyüttü. Bugün, Müslümanlar en çok Avrupalı fikirleri ve teknikleri kabul etmekte zorlanıyorlar ve Avrupa egemenliğine kızıyorlar. Sürekli olarak, Müslümanların ve gayrimüslimlerin Avrupalılarla aynı anda temasa geçtiği yerlerde, örneğin Malezya, Hindistan, Lübnan, Yugoslavya ve Nijerya'da, Müslümanlar yeni becerileri daha yavaş kazandılar ve modern koşullara uyum sağlamakta geri kaldılar.
Daha da önemlisi, Müslümanların geleneksel siyasi yönelimi, ideolojilerinin özümsenmesinin önünde belirli engeller sunuyor. İslam, siyasi otorite, savaş, vergi, adalet ve daha fazlası gibi konuları kapsayan kamusal yaşam için bir dizi hedef anlamına gelen bir hukuk sistemi olan Şeriat'ı gerektirir. Bu talimatların bugün iki mirası vardır, biri dindar Müslümanlar (yani İslami bir şekilde yaşamaya gönülden niyetli kişiler) ve diğeri ise etnik Müslümanlar için (İslam'a doğan ama İslam'ı uygulamayanlar.) Nasıl ki, kişisel inançları ne olursa olsun, Batılılar, Yunan düşüncesinin, Roma kurumlarının ve Hıristiyan inancının ortak mirasından etkilendilerse, Müslümanlar da İslami geçmişlerinden etkilenirler. Bu inanç yelpazesini ve coğrafyayı kapsayan ortak nitelikler yaratırlar.[4]
İslam son yıllarda dindar Müslüman hareketlerin artan etkisi sonucu manşetlere taşındı. Müslümanları İslami talimatları takip etmeye yönelten güdü Senegal, Moritanya, Nijerya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Sudan, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Ürdün, Suriye, Türkiye, İran, Pakistan, Maldivler, Bangladeş, Malezya ve Endonezya da dahil olmak üzere bir dolu ülkede yeni bir güç kazandı.
Aşağıdaki analiz hem dindar hem de etnik Müslümanların en güçlü Batı ideolojilerinden birine—milliyetçilik—nasıl tepki verdiklerini ve çağın iki önde gelen gücü olan Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği ile nasıl başa çıktıklarını inceliyor.
Milliyetçiliğe Karşı Ümmetçilik
Günümüzün siyasal düzeni ulus-devlete dayalıdır; bir zamanlar çok yaygın olan imparatorluklar ve kabileler geçtiğimiz yüzyılda her biri ayrı bir halkı tanımlayan bölgesel olarak sabit uluslar fikrine boyun eğmişlerdir. Milliyetçi ideoloji vatandaşlarına bağlılıklarını dine, akraba grubuna, şehre ya da sınıfa değil ulusa yönlendirmelerini ister.
Evrensel bir kavram olmaktan çok uzak olan milliyetçi düşünce pek çok yüzyıl boyunca Batı Avrupa'nın özel koşullarında gelişti. Milliyetçilik özellikle azınlıklarla ilgili katılığına ve çatışmaları kışkırtma konusundaki iç karartıcı siciline rağmen Avrupa'dan dünyanın geri kalanına yayılmıştır. Bugün milliyetçilik neredeyse her yerde bir güce ve sıklıkla da Avrupa'nın içinden ziyade Avrupa'nın dışında (Vietnam ile İngiltere'yi karşılaştırın) daha fazla etkiye sahiptir. Pek çok halk milliyetçi hedefleri siyasi sistemlerinin içine kabul edilebilir ölçüde iyi bir şekilde dahil etti: Doğu Asya'da milliyetçi çerçeveye oldukça iyi uyuyorken (örneğin Çin, Japonya, Kore, Tayland, Laos,) Hindistan, Sahra altı Afrika, Güneydoğu Asya ve Amerikalar'da yerel siyasi gelenekler genellikle şu anda egemen olan milliyetçi idealin çizdiği sınırlara karşı duramayacak kadar zayıftı.
Çoğu Afrika devleti beşerî ve doğal coğrafyaya karşı dikkat etmeden kurulmuş olsa da mevcut sınırlar kutsal bir nitelik kazandı ve sorgulanamaz hale geldi. Afrika Birliği Örgütü, sayısız hayatı kurtaran mantıklı bir karar olarak bugünün sınırlarına hiçbir koşulda meydan okunamayacağını temel bir kural olarak belirledi. Statüko yetersizliklerine rağmen bu pek çok lider tarafından kabul edilebilir çünkü devletlerin sıfır düşman kavramı Avrupalı sömürgecilerinin arkalarında bıraktığı milliyetçiliğe meydan okumaz.
Çarpıcı bir tezat olarak Arap Devletleri Ligi üyeleri emperyal güçler tarafından kendilerine miras kalan sınırları ciddiye almadılar ve Atlantik Okyanusu'ndan İran Körfezi'ne kadar tekbir Arap devleti inşa etmenin ilk adımı olarak var olan sınırları ortadan kaldırmak için birçok plan tasarladılar. Araplar, daha doğrusu etnik Müslümanlar doğrudan İslami geçmişlerinden türeyen, toprak yerine kültürel bağlara vurgu yapan alternatif bir siyasi düzen vizyonuna sahipler. Müslümanlar olarak Avrupalılar tarafından sağlanandan temelde farklı olan güçlü bir siyasi idealler geleneğinin mirasçılarıdır. İki ideal çatışır; bir halkın İslam tanımı ne kadar iyiyse, millet düzenini kabul etmesi o kadar zor olur.
Avrupalı fikirlerin on-dokuzuncu yüzyıldaki muazzam etkisinden önce, Müslümanların topraklarına veya topraklarda oturanlarına bağlılık konusunda neredeyse hiçbir fikirleri yoktu, bunun yerine, en güçlü şekilde ümmete (tüm Müslüman toplumuna) ve en yakın oldukları topluluklara—aile, kabile, köy vs.—bağlılık hissediyorlardı. İslam dini Müslümanlar ile onları gayrimüslimlerden ayıran körfez arasındaki bağı kuvvetle vurgulasa da coğrafyayı neredeyse yok sayar. Örneğin, Mısır'daki bir Müslüman caddenin biraz aşağısında yaşayan bir Hıristiyan'dan ziyade Hindistan'daki bir iman kardeşine daha sıcak duygular besler. İslam, Müslümanların tek bir lider altında tek bir siyasi varlıkta birleşmesini talep eder, yerel devletlere bölünmemeli ve birbirleriyle asla savaşmamalıdırlar.[5] Biz bu duyguya kısaca pan-İslam [ümmetçilik] diyeceğiz.
Ümmetçiliğin uygulanmasının imkânsız olduğu kanıtlansa da—Müslümanlar uzun zamandır tek bir hükümete sığmayacak kadar çok sayıdalar, çok geniş bir alana dağılmış durumdalar ve birbirleriyle durmaksızın savaşıyorlar—hedefleri Müslüman dünyanın politikaları üzerinde derin bir etki yarattı. Siyasi olarak ne kadar parçalara ayrılmış olurlarsa olsunlar, Müslümanlar tek bir İslam devleti idealini korudular; aksine gücü elinde tutan yerel ve bölgesel yöneticiler Müslüman tebaalarına Müslüman birliğini yok eden ve inananları birbirine karşı savaşa yönlendiren gaspçılar olarak göründüler. Sonuç olarak, Müslümanlar birlik için yanıp tutuştular ve bu bölgesel yöneticilere tam saygı göstermeyi reddettiler.[6]
On-dokuzuncu yüzyılda Müslümanlar, Avrupa'nın siyasi fikirleriyle giderek daha fazla temas kurdukça, ümmetçilik ve milliyetçilik çatıştı. Ümmetçilik tek bir uluslararası İslam devleti milliyetçilik ise Müslümanların bölgesel olarak farklı etnik birimlere bölünmesi çağrısında bulundu. Yirminci yüzyılın sonunda, Müslümanlar kendilerine Avrupalı sömürgecilere tarafından bırakılan ulus devletler çerçevesinde bağımsızlıklarını kazandılar. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yeni yöneticiler ulusal birliğin önemini ve kendi siyasi önemlerini vurguladılar. Müslümanları, ilk kez, bazen başarılı bir şekilde ancak daha çok karışık sonuçlarla toprağa sadakati her şeyden üstün kılma çağrısında bulundular.
Pan-İslam'ın Mirası
İslami bağlılıklar arka plana atılmış olsa bile, mülki olmayan pan-İslam duygunun mirası hissedilmeye devam etti ve en azından üç yönden ulus-devleti baltaladı: Müslümanları (1) ulusal bölgenin sınırlarını kabul etmeye isteksizleştirmek (2) diğer Müslüman devletlerin iç işlerinin dışında kalmayı istemek ve (3) gayrimüslimler tarafından yönetilmeyi istememek.
(1) Bölgesel sınırları reddetme: Pakistan'ın kuruluşu Müslümanların bir devlet olmanın normal coğrafi sınırlarını kabul etme konusundaki isteksizliğini gösterir. Daimî bir azınlık olarak bağımsız bir Hindistan'da bastırılmaktan korkan Müslümanlar 1947'de Hindistan'dan ayrı bir Müslüman Pakistan devleti oluşturmak için İngilizleri Hindistan'ı bölmeye ikna ettiler. Müslümanlar kuzey Hindistan'ın uzak batı ve uzak doğu uçlarında, büyük nüfuslu iki büyükçe bölgede yoğunlaşmış olsalar da aralarındaki dil, kültür ve etnik köken farklarının yanısıra binlerce kilometrelik uzaklığı görmezden gelerek tek bir Müslüman devlet kurmayı seçtiler. Hintli Müslümanlar coğrafi yakınlık yerine İslami ruha güvenerek modern ulus olmanın bölgesel zorunluluğuna karşı gelmeyi umuyorlardı. Ancak başarısız oldular; Pakistan'ın iki kanadını ayıran baskılar 1971-72'de aralarında savaşa ve bağımsız Bangladeş devletinin ilanına yol açtı. Çeyrek yüzyıl boyunca pan-İslami duygu Hint bölgesini sürekli bir gerilim altında tuttu.
Tüm Arapça konuşan hakları tek bir devlet altında birleştirmeye yönelik bir hareket olan Pan-Arabizm on yıllardır Arap ulusal devletlerinin siyasetlerini bozmuştur ki, şimdi bu devletlerin sayısı yirmi-üçtür. Pan-Arabizm pan-İslam'ın seküler ve modern bir versiyonunu sunar;[7] İslami birliğe bağlılığın bir zamanlar Müslümanların yerel yönetimlerini küçümsemesine neden olduğu gibi, şimdi de Arap birliği tek tek bağımsız Arap ülkelerinin altını oyuyor.[8] Fouad Ajami'nin aşağıdaki alıntısında "pan-Arabizm'in" anlamda herhangi bir bozuma olmaksızın "pan-İslam" ile nasıl değiştirilebileceğine dikkat edin. 1956'an 1973'e kadar gücünün zirvesindeyken şöyle yazar;
pan-Arabizm rejimleri küçük ve önemsiz gösterebilir: Arabizm'in geniş kapsamlı misyonuna direnen ve Arapların klasik altın çağını diriltebileceği fikrinden korkan dış güçler tarafından cesaretlendirilen bencil yöneticiler tarafından yönetilen gövdesinden ayrılmış yapılar. ... yeterli meşruluktan yoksun devletler. Bunların arasında pan-Arabizm'in iddialarına direnenler dezavantajlı durumdaydı – nüfusları pan-Arapçı çağrılar için adil birer hedef, liderleri devrilecek ve yerlerine daha üstün hedeflere bağlı başkaları gelecek.[9]
Arap liderler kendi vatandaşlarının çıkarlarını bir bütün olarak Arapların çıkarlarının önüne koyarlarsa kendilerini darbelere karşı savunmasız hale getirirler; sıradan ulusal duygular yasak iken bir ulusun normal bağları gelişemez, bu da Arap siyasetinin son derece değişken doğasını açıklamaya yardımcı olur.
(2) Birbirinin işlerine karışmak: Pan-Arabizm bir devletin bir diğer devletin işlerine müdahalesini onaylar ve iç ve dış ilişkiler arasındaki yaygın olarak kabul gören ikiye ayırmaya direnir. Her bir pan-Arapçı lider başkalarının işlerine karışma hakkına sahip olduğuna inanır. Bu yüzden Iraklılar Güney Yemen'de tehlikeli bir oyun oynadılar, Cezayirliler Sedat'a karşı sürgündeki bir hükümeti desteklediler ve altı Arap devleti Lübnan iç savaşındaki hiziplere aktif yardımda bulundu. Pan-Arabizm tüm Arap devletlerinin Filistin davasını üstlenmesine neden oldu ve İsrail ile olan yerel bir çatışmayı önde gelen uluslararası siyasi ve ekonomik bir meseleye dönüştürdü. İsrail'e karşı mücadele Siyonizm'e karşı çabalarında yeterince ateşli olmadığı gerekçesiyle komşunun işlerine karışmak için açık uçlu bir gerekçe sağlamıştır. Dolayısıyla İsrail'in varlığı, güçlerini artırmanın yollarını arayan hırslı rejimler için büyük bir bahane işlevi gördü.
Cemal Abdül Nasır ve Iraklı Baasçı örneklerinin ardından, Albay Muammer Kaddafi liderliğindeki Libya hükümeti bu silahtan en iyi şekilde yararlandı. Kaddafi Arap dünyasına, belki de İslam dünyasına liderlik etmeyi hedefliyor; büyük petrol üreticisi olan bir ülkenin lideri olarak, Libya'nın zayıf insan kaynaklarını telefi etmek ve dünya çapında kendi çıkarlarını sürdürmek için geniş fonlara sahip. Kaddafi'nin üç faaliyet düzeyi görünüyor: Arap, İslami ve uluslararası. Arap birliği arayışı içinde, Kaddafi Libya'yı Cezayir, Tunus, Mısır, Sudan ve Suriye ile birleştirmeye çalıştı, bir düzine Arap devletinde darbeleri körükledi ve İsrail karşıtlığında çok tehlikeli noktalara kadar gitti. İslam düzeyinde iki düzineden fazla ülkede İslami davaları finanse etti; Libya'nın silahları ve Müslüman isyancılara desteği olmasaydı, Çad ve Filipinler'deki geniş çaplı iç savaşlar yıllar önce sona erebilirdi. Eritre, Lübnan ve Tayland'da Müslümanlar, merkezi hükümetle olan ihtilaflarında büyük ölçüde Libya'ya güvendiler. Uluslararası düzeyde Kaddafi, Kanarya Adaları'ndan Granada ve Tonga'ya, Güneybatı Afrika'dan Kuzey İrlanda'ya kadar mümkün olan her yerde devrimi ve kargaşayı körükledi, uluslararası düzenin normal sınırlarını sürekli olarak görmezden geldi.[10] Ancak, Araplar ve Müslümanlar Kaddafi'nin kötülüklerini ne kadar kınasalar da onun bölge dışında faaliyetler bulunma hakkına nadiren itiraz ederler.
Libya bu konuda tek olmaktan uzak; Suudi Arabistan da Libya'dan daha az etkili olsa da Arap, İslami ve uluslararası düzeylerde aktif bir rol üstleniyor. Suudi hükümeti daha fazla harcıyor ama yıkıcı sebeplerden ziyade statükoyu destekleme eğiliminde, o nedenle de etkisi o kadar görünür değil.[11] Kendi sınırları ötesinde müdahil olan diğer Müslüman devletlerin örnekleri çoktur: Malezya Tayland'daki ve Filipinler'deki Müslüman isyancılara yardım ediyor ve Singapur'daki Müslümanlar ile aktif olarak ilgileniyor. İran ve Pakistan Sovyet destekli Afganistan hükümetine yönelik Aftan isyanına destek verdi ve Türkiye Rumlara karşı oradaki Türklere yardım etmek için Kıbrıs'ı işgal etti.
(3) Gayrimüslimlerin yönetimini reddetme: Müslümanlar gayrimüslimlerle dilleri ve kültürel gelenekleri paylaşsalar bile iktidarı güçlükle paylaşırlar ve sürekli olarak, Müslüman gruplar gayrimüslimlerden kopmak veya onların kontrolünü ele geçirmek için ortaya çıkarlar. Yakın zamanda kopuşlar Çad, Kosova, Kıbrıs, Ogaden, Eritre, Hindistan, Burma, Tayland ve Filipinler'de meydan geldi. Gayrimüslimler üzerinde kontrolü ele geçirme girişimleri Malezya, Suriye, Lübnan, İsrail, Mısır, Sudan, Uganda, Senegal ve Bosna'da gerçekleşti.
Sonuç olarak, İslam, Müslüman halkların ulus devlet sistemine uymasını zorlaştırmaktadır. Modern siyasi düzen ile ilgili yaşadıkları zorluklar bölgeciliği vurguladıkları sürece devam edecektir.
Liberalizm ve Komünizm arasındaki dindar Müslümanlar
Batı ideolojilerinin seçimleriyle karşı karşıya kalan dindar Müslümanlar İslam'ı seçiyorlar. Her yabancı programda—liberalizmin anarşisi, kapitalizmin acımasızlığı, Marksizm'in gaddarlığı, sosyalizmin yoksulluğu—hatalar görüyor ve İslam'ın tüm sorunların hepsini çözdüğüne inanıyorlar. Öyleyse neden kendi geleneklerinin dışına çıksınlar? Dindar Müslümanlar için zorluk İslami mesajı doğru bir şekilde anlamak ve uygulamak. İslami ilkeler belirli siyasi hedefler düzenler (tüm Müslümanların tek bir yönetici altına birleşmesi, gayrimüslimlere karşı savaş, düşük oranlı vergilendirme, sıkı bir yasal kod vb.) ancak bunları gerçekleştirme yöntemini belirlemez. Bir Müslüman ne kadar dindarsa İslam'ı uygulamak için Avrupa'nın yardımını istemesi o kadar düşüktür, yabancı fikirlerin Müslümanları sadece doğru yoldan saptırdığına ve göz ardı edilmesi gerektiğine inanır. Örneğin, Humeyni böyle düşünmenin bir örneğidir.[12]
Ancak dindar Müslümanlar iktidardayken süper güçler arasında seçim yapmak zorunda kalırlar, bu durumda hangi ideolojiyi tercih edecekler, liberalizm mi, Marksizm mi? Bazıları liberalizme daha az karşıdırlar, çünkü liberalizm, dini inanç, aile ve özel mülkiyet gibi İslam'ın özellikle önem verdiği kurumlara saygı duyar. Bunun aksine Marksizm, sırasıyla materyalizm, devlet ve ortak mülkiyet lehine bunların ortadan kaldırılmasını ister.
Diğer dindar Müslümanlar aynı fikirde değiller, ancak, Marksist düşünce ile temel anlaşmazlıklara rağmen, Marksizm ile bir ruhsal bir uyumluluk bulurlar. Burada bir haklılıkları var, yakından karşılaştırma İslam'ın gerçekten de Marksizm ile liberalizmden daha fazlasını paylaştığını gösterir.
Öncelikle hem İslam hem Marksizm tüm gerçeğe sahip çıkarlar. Her iki durumda da kutsal kitaplar toplumu düzenlemenin doğru yöntemi konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmaz. Otoriter hedefleri olmayan, aksine her bireyin kendi yolunu bulmasına izin veren liberalizmin aksine diğer ikisinin doğru yaşama hakkında net görüşleri vardır. Liberalizm özgürlüğü vurgular ve her bireye kendi kaderini seçmesi için yeterli alan açmayı hedefler. Liberalizmin aksine İslam ve Marksizm bireylerin hayatlarını en küçük detayına kadar yönlendiren her şeyi kapsayan sistemleri benimserler.
Elbette, iki sistemdeki detaylar derin farklılıklar gösterir, ancak, her iki sistem de toplumu son derece ayrıntılı yazılı teorilere uygun olarak biçimlendirmek için hükümeti kullanırlar. İslam özel alan ile başlar ve kontrolünü kamu hayatını biçimlendirmeye kadar genişletirken, Marksizm diğer yönde hareket eder, sonunda her ikisi de hayatın neredeyse tüm yönünü kapsar. Çoğu aktivite—şarap içmek ya da soyut resimler yapmak—politik sonuçlara sahiptir ve hükümet kontrolüne girer. Her ikisi de muhalefet etme cesaretini kırar ve iş birliği yapmayı reddedenleri ciddi bir şekilde cezalandırır.
Liberalizmin aksine dünyevi hedefleri olan İslam ve Marksizm yüksek hedeflere sahiptir. İslam Allah'ın kanunları ile uyumlu bir toplum ister, Marksizm Allah'ı aradan çıkarır ve bilimsel prensiplerle uyumlu bir sosyal düzen tasavvur eder. Her iki program da insanlara bu kuralların ve prensiplerin gerekliliklerini yerine getirmek için davranışlarını dramatik şekilde değiştirmeye çağrısı yapar. Örneğin, İslam komşular arasında savaşı taraflar Müslüman ise yasaklar, Marksizm önce sınıfa sadakat ister, her ikisinin de başarı şansı fazla değildir. Benzer şekilde İslam ekonomik sömürüyü sona erdirmek için para üzerindeki faizi yasaklar, Marksizm aynı nedenle kâr etmeyi yasaklar. Ancak her ikisi de başarılı olamazlar, çünkü faiz ve kâr ortadan kaldırılmayacak kadar hayatidir, ancak gizlenebilirler.
Evrensel arzular—Allah'a veya sınıf dayanışmasına bir yaklaşım—İslam ve Marksizm'in insanlığın uluslara bölünmesini yapay bulmasına neden olur. Dindar Müslümanlar ve Marksistler, İran'ın Irak ile çatışması ve İkinci Dünya Savaşı'ndaki Rusya örneklerinde görüldüğü gibi kriz zamanı vatanseverliği kullanmaktan kaçınmıyorlar. Liberalizm, kanunlara riayet edenler ve Marksistlere yıkıcı ve tehditkâr gelen çeşitli özellikler üretti: özellikle korkunç filmler, yüksek sesli müzik, dar giysiler, pornografi ve seks amaçlı ilişki onları özellikle rahatsız ediyor. Hiçbir şekilde liberalizme özgü olmasa da modern Batı'nın bu hoşgörülü, bireyci nitelikleri gevşek devlet kontrolünün yan ürünleri olarak görülüyor. Liberalizmin açık yaşam biçimi İslam ve Marksizm'in gerektirdiği yüksek düzeyde yapılandırılmış kalıplara meydan okur.
Özetle, bu benzerlikler İslam ve Marksizm'in benzer olduğu sonucuna değil, ancak İslam'ın liberalizm ile paylaştığı kadar paylaştıkları sonucuna götürür. Bir dünya görüşü olarak İslam, Batı'dan gelen iki ideoloji arasında kabaca eşit uzaklıkta yer almaktadır.
ABD ile SSCB arasında dindar Müslümanlar
Bu durumun kilit önemi var, bu da şu anlama gelir ki, dindar Müslümanlar tarafından yönetilen hükümetler Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarında, ikisine de eğilimli değillerdir. ABD ile soyut yakınlıklar başkaları tarafından SSCB ile eşleştirilir, hepsini feshederek pratik mülahazaları her şeyden üstün tutar. Dindar Müslümanlar süper güçlerle ideolojiye atıfta bulunmadan esasta ilgilenirler. İslam'a düşman olarak algılanan iki gücün egemen olduğu bir dünyada, dış baskılara İslam'ı daha az tehdit edenin yanında yer alarak karşılık verirler. Hangi ülke daha az kötü niyetli, hangisi ile daha fazla uzlaşmalı? Bu cevaplara yanıtlar dindar Müslümanların hangi bloktan yana olacağının bir göstergesidir. Bu seçimlerin tonunun da göstereceği gibi, süper güçlerle ilişkiler gerçekçi politika yaklaşımı ile savunmacı olarak karakterize edilir. Uzun vadeli hedefler Amerika veya Rusya ile ortak amaç anlamında çok farklı olduğundan iş birliği sadece taktikseldir. Bu şekilde dindar bir Müslüman hükümetini Nazi Almanya'sına karşı Stalin ile ya da Brejnev rejimine karşı Çin ile iş birliği yapma kararına benzer bir şekilde Amerika ile aynı hizaya getirir. Bu ittifaklar belirli hedefler için ve dostluk veya ortak amaç beklentisi olmadan oluşturulmuştur.
Önde gelen dindar Müslüman yöneticiler tarafından izlenen son politikalar, süper güçlerle olan bu ideolojik olmayan ilişkiler modeline yakından uyar. 1979'dan beri İran son derece savunmasız bir durumda; İran'ın stratejik ve ekonomik önemi, başarısız ekonomisi, Tahran'ın ülke üzerinde kontrol sağlayamaması ve Irak ile savaş dolayısıyla, Humeyniciler dış güçlerle iyi ilişkilere ihtiyaç duyuyorlar. Ancak her iki süper güce de hakaret ettiler ve (öne çıkan "ne Doğu ne de Batı" sloganının gösterdiği gibi) her iki blokla da ittifak kurmaktan kaçındılar.
Bununla birlikte, Humeyni ve yandaşları külli öfkelerinin çoğunu Sovyetler Birliği'ne değil Birleşik Devletlere yönelttiler. Pek çok İranlıya göre, Sovyetler uzun bir sınırda tehdit olabilir ama Amerikalılar hali hazırda içerdeler.[13] Amerikan güçleri 1953'de şahı yeniden iktidara getirdi ve o zamandan beri de onu orada tuttu. İranlılar trafik sıkışıklığından şahın ölümüne, uyuşturucu bağımlılığından Irak'ın savaşa girme kararına kadar neredeyse İran'daki her problem için Amerika'yı suçluyorlar.[14] Buna karşılık, iki ülke arasındaki uzun ortak sınıra, Rusya'nın Orta Asya'da beş milyondan fazla Müslüman'ı yönetmesine, Afganistan'ın işgaline ve Rusya'nın İran'ı ve Basra Körfezi'ni kontrol etmeye yönelik aleni ilgisine rağmen Rusya'yı görmezden geliyorlar. Bu endişelere rağmen, Humeyniciler ABD'nin İran'ı SSCB'den daha fazla tehdit ettiğini düşünüyorlar. Onlara göre, Sovyetler Birliği'nin sıkıcı teklifleri değil, ABD'nin kültürü ülkeyi işgal ederek tüketim çılgınlığı ve sözde ahlaki çöküş getirdi.
Muammer Kaddafi'nin coşkulu değilse de nevi şahsına münhasır İslam'ı onun süper güçlerle oyun oynamasına engel olmadı. 1969'dan sonra, iktidarının ilk yıllarında Sovyetler Birliği'ni yöneten ateistleri karaladı, ancak zamanla onlarla başa çıkmanın Batılı liderle başa çıkmaktan daha kolay, uluslararası meselelerde (özellikle İsrail meselesinde) Libya ile daha fazla anlaşma eğiliminde olduklarını onların daha sempatik olduklarını gördü. 1975'ten beri Libya'nın silahları ağırlıklı olarak SSCB'den geliyor ve öyle büyük miktarlarda geliyor ki, Libya Akdeniz ya da Afrika'da bir savaş durumunda Sovyet cephaneliği işlevi görebilir.
Suudi Arabistan hükümeti için İslam, devletin varlığı için hem bir ideoloji hem de bir mantık sağlıyor (Sovyetlerin Marksizm'e olan bağlılığına paralel olarak); sürekli herhangi bir Komünist ülke ile diplomatik bağlar kurmayı reddetmesinin nedeni budur. Ancak Riyad, Sovyetler Birliği ile diplomatik ilişkilerini 1926-38 arasında bunların avantajlı görüldüğü zamanlarda sürdürdü. (İroniktir ki, Ruslar Suudi krallığını diğer güçlerden önce tanıdı.) Suudi pozisyonu değişmez bir doktrini değil, esnek bir yanıtı temsil ediyor. Birkaç yıl önce, Suudi liderler, üst geçiş hakları vererek, bazı Sovyet bağımlısı devletler ile ilişkileri geliştirerek ve eski diplomatik bağların ipuçlarını göndererek Ruslarla ilişkileri yeniden ısıtmaya karar verdiler. Suudiler, Amerikan üslerinin topraklarında konuşlanmasını reddederken biri yandan da savunması için Amerika'ya güveniyorlar. Umman'a Amerikan askeri varlığını reddederse diye 1.2 bilyon dolar teklif ettiler.[15]
Ziya ül Hak, Pakistan üzerindeki sallanan iktidarını İslam ile destekledi. 1977'de iddialı bir İslamlaştırma programı ilan etti, ancak şimdiye kadar bu yönde sadece yüzeysel adımlar atıldı. İslam'a yapılan vurgu Ziya ül Hak'ın Sovyetlerin Afganistan'ın işgaline verdiği yanıtı etkiledi mi? Belli ki, etkilemedi. İlk olarak 450 milyon dolarlık ABD askeri yardımını "fındık-fıstık" diyerek reddetti, ardından Amerikan savaş uçaklarını kabul etti. Aynı zamanda Komünist Çin ile yakın ilişkiler kurdu. Bu seçimlerinde İslam'ın algılanabilir hiçbir rolü yoktur.
ABD ve SSCB arasında etnik Müslümanlar
Dindar Müslümanlar tarafından yönetilen devletler Büyük Oyunun dışından kalma olasılığı en yüksek olanlar arasındaysa aynı şey dini yönelimi ne olursa olsun herhangi bir etnik Müslüman hükümet için de geçerlidir. Müslüman bir geçmiş çağın en büyük çatışmasına dahil olma konusunda bir isteksizliğe işaret ediyor.
İnancı ya da siyasi yönelimi ne olursa olsun, Müslüman bir birey İslam'dan kaynaklanan köklü bir ahlaki üstünlük geleneğinin mirasçısıdır. Bu dinin yedinci yüzyıldaki başlangıcından bu yana, takipçileri kendi yaşam tarzlarını diğerlerinden kıyaslanmayacak derecede kadar daha iyi görmüşler ve toplumu ya da hükümeti örgütleme konusunda gayrimüslimlerden öğrenmeye nadiren isteklilik göstermişlerdir. Modern zamanlardaki pek çok sert darbeye rağmen, bu duygulara hala çok güçlüdür; Müslüman bir geçmişten gelen ateistler bile gayrimüslimlerin daha başarılı bir yaşam tarzı geliştirdiklerini kabul etmekte isteksizdirler.
Modern hayat tarzını benimseyen Müslümanlar bu tarzları yurt dışından ödünç aldıklarını kabul etmemeyi tercih ederler. Siyasi ideoloji alanında Müslümanlar, Batı'nın savunduğu her türlü iyi fikrin İslam'da da bulunabileceğine yaygın bir şekilde inanırlar; sosyalizm, demokrasi ve hatta milliyetçiliğin izlerinin Kuran'a ve erken İslam tarihine kadar dayandığını savunurlar. Ayrıca, Müslümanlar, yabancı ideolojileri tümüyle adapte etmekten de kaçınıp sadece kendilerine uygun kısımları benimseyip ardından da bu yeni karışımı yeniden adlandırmayı tercih ederler. Cemal Abdül Nasır "Arap Sosyalizmi" dediği bir fikirle ortaya çıktı ve ardında çırağı Muammer Kaddafi kendi fikirlerini "İslami sosyalizm" olarak tanıttı.[16]
Diğer Müslümanlar Avrupalı fikirleri kabul etmeden önce onları sterilize ederler; son yıllarda genç İranlılara entelektüel ilham olan Ali Şeraiti sosyalizmin faydalarını İslam idealleri ile uzlaştırmaya çalıştı.[17] Hem Şeraiti hem de Kaddafi (ikincisi elbette çok daha az sofistike bir tarzda) sosyalizmin ateizmi ima etmesi gerekmediğini iddia ediyorlar; ateizm Marksizm'den çıkarılabilir ve sosyalist program olduğu gibi korunabilir.[18]
Bu direncin bir nedeni dindar Müslümanlar tarafında uygulanan baskıdır. Dindar Müslümanlar süper güçlerle yakın ittifaka muhalefetlerini defalarca gösterdiler ve görüşlerini görmezden gelen yöneticileri alaşağı ettiler. 1969'da Libya Kralı İdris'e yapılan darbede, 1978-79'da İran'da şaha karşı ayaklanmada, 1979'da Mekke'deki darbe girişiminde ve 1981'de Enver Sedat suikastında Birleşik Devletlerle yakın ilişkilere duydukları kızgınlığın büyük rolü vardı. Birleşik Devletlerle ilişkilerinde daha temkinli ve dindarların görüşlerine karşı daha dikkatli olmalarına rağmen Pakistan ve Fas gibi diğer hükümetler gelecekte benzer isyanlarla karşılaşabilirler. Türkiye'deki dindar Müslümanlar ülkelerinin daha ziyade bir Hıristiyan örgütü olarak gördükleri NATO'ya katılımına her zaman karşı çıktılar. Türklerin kafirler arasında çıkacak bir çatışmada ne işleri var? Neticede bu duygu belki de Yunanistan ile bir anlaşmazlık bahanesiyle Türkiye'nin ittifaktan çekilmesine neden olabilir.
Sovyetler Birliği'ne yakın hükümetler benzer zorluklarla karşı karşıyalar. Suriye'de Sovyet askeri varlığı Müslüman Kardeşler tarafından gerçekleştirilen isyanlar, bombalamalar ve suikastlar ile karşılaştı. Şeyh Mucibur Rahman'ın 1975'de şiddet kullanarak öldürülmesi kısmen dindar Müslümanların Bangladeş hükümetinin SSCB'ye olan bağımlılığından duydukları rahatsızlıktan kaynaklandı. 1970'lerin başlarında Kuzey Yemen, Sudan ve Somali hükümetleri Sovyetlerle yakın ilişkileri yüzünden dindarların isyanıyla karşılaştı. 1978'de Afgan nüfusu hükümetleri Sovyet himayesine girince isyan etti.
Dindarların baskısı önemli olmadığında bile etnik Müslümanlar büyük güçlerin çekincesidir. Uzun ve onurlu siyasi bir geleneğin mirasçıları olarak Hıristiyanların baskın olduğu bir çatışmaya yardımcı olmayı rahatsız edici buluyorlar. Müslümanlar iki yabancı sistem ve halk arasındaki bir mücadeleye neden dahil olsunlar? Uzak durup sorunlara kendi çözümlerini bulsalar ve süper güçlerle aralarında dikkatli bir mesafeyi koruyarak minimal bağlar kursalar daha iyi yaparlar.
Gerçekten de Müslüman devletler tam da bunu yapma eğilimindedirler. Çok az Müslüman devlet—özellikle Türkiye ve Güney Yemen—kendilerini süper güçlerin kampına iyice angaje etti ve uzun zaman orada kaldı. Müslüman yöneticiler kendilerini koruyucularının ideoloji ve kurumlarına adamadan güçlü bir hami tarafından korunmanın faydalarından yararlanmayı tercih ediyorlar. Irak'taki Baas Partisi uluslararası alanda Sovyet hedeflerini destekleyip, liderleri Iraklı komünistleri periyodik olarak idam edip bağımsızlıklarını iddia ederken aynı anda Batı'dan silah alıp Arap olmayan birliklerin tüm Arap topraklarından çıkarılmasını destekledi. Zaman-zaman Kaddafi Varşova Paktı'na katılmakla tehdit etse de[19] Sovyet çıkarlarına zarar vermek için (Afgan isyancılar yardım gibi) bazı delice planlara girişmekten asla vazgeçmiyor. Müslüman tarafsızlığı tam anlamıyla Marksist bir hükümete sahip tek Müslüman ülke Arnavutluk'un bile başına buyruk davranışlarda bulunmasına neden oluyor. Tüm diğer partiler "revizyonist" olurken gerçek Komünizme sıkı sıkıya bağlı olduğunu iddia eden Arnavutluk liderliği, sert bir şekilde Birleşik Devletler kadar SSCB'ye de sövüyor. Kafa karıştıran bu düşmanlığın bir kaynağı İslami geçmişidir.
Müslüman devletleri süper güç rekabetine sokma girişimleri genellikle başarısız olur. 1955'de Birleşik Devletler ve Britanya Sovyetleri Orta Doğu'dan çıkaracağını umarak dört Müslüman ülkeye (Türkiye, Irak, İran ve Pakistan) Bağdat Paktı'nı imzalattı. Ancak Pakt tam tersi bir durumu hızlandırdı; Nasır Müslümanları kontrol etmeye yönelik bu girişime beraberinde pek çok Arapça konuşan getirip Sovyetler Birliği'ne yakınlaşarak yanıt verdi. Irak'ta anlaşma, 1958'de monarşiye yönelik bir solcu darbenin yapılmasına doğrudan katkıda bulunan bir öfke yarattı. Reagan Yönetimi'nin Sovyetler Birliğine yönelik "stratejik konsensüsü" hızlı ve hatta utanç verici bir şekilde sonuçlandı. Birçok yorumcu Arap-İsrail çatışmasını ve diğer bölgesel sorunları dikkati yeniden Sovyetler Birliği'ne çevirerek ustalıkla çözmenin imkansızlığına dikkat çektiler. Bağdat Paktı örneğine de dikkat çekmiş olabilirler; Müslümanların taraf seçme konusundaki isteksizliği bu planı mahvetti.
Tarafsızlığa yönelik dürtü derinlerdedir. Nasır bu eğilimi Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği'ni birbirine düşürerek, ne kadar ileri gidebileceğini iyi bilerek ve her iki taraftan da maksimum fayda sağlayarak somutlaştırdı. Bu tipik Müslüman becerisinde onu örnek alanlar çoğunlukla Müslüman liderler olmuştur—örneğin, Cezayir, Kuzey Yemen ve 1978 öncesi Afganistan.
Etnik Müslümanlar da süper güçlere karşı tarafsız bir denge kurma çabalarının ön saflarında yer aldılar. Godfrey Jansen şuna dikkat çekiyor:
İslam olmasaydı, Afro-Asya hareketi muhtemelen terkedilirdi. Afro-Asya hareketi olmasaydı... "bağlantısız" bir uluslar grubu olmayacaktı ve bu grup olmasaydı, Yetmiş-Yedi Ekonomik Grubu ve şu anki Kuzey-Güney diyaloğunda az gelişmiş Güney olmayacaktı.[20]
Amerika, Avrupa, Rusya ve Japonya'yı tek bir birimde, "Kuzey" birleştirme fikri Müslüman bakış açısını gösteriyor.
Ancak tarafsızlık iki bloktan da titiz bir eşitlik mesafesinde olmayı gerektirmez; nasıl ki bağlantısızlar hareketi bir bütün olarak Sovyetlere yöneliyorsa, etnik Müslümanlar da öyle davranıyorlar. Ruslar, çoğu geçmişte Müslümanlar tarafından yönetilen topraklardan olmak üzere dünyanın en büyük imparatorluğunu meydan getirmiş olmasına rağmen "emperyalizm" Batı Avrupa ve "neo-liberalizm" Birleşik Devletler neredeyse eşanlamlıdır. Müslümanlar sömürge deneyimi unutmadıkları gibi bağımsızlık davaları için Sovyet yardımını da görmezlikten gelmediler. Etnik Müslümanlar ve Marksistler bu yüzyılın başlarında Avrupalı güçlere yönelik saldırıya öncülük ettiler, bugün OPEC'in Müslüman üyeleri ve Sovyetler Birliği Batı'nın ekonomik ve siyasi refahına yönelik ana tehditleri temsil ediyor.
Başka hiçbir dini veya ideolojik grup Batı medeniyetine bu kadar yoğun bir şekilde meydan okudu, Batı'nın nasıl geliştiğini de aynı yoğunlukta bir hüsranla izlemedi. Muhammed Hıristiyanlığın yerini aldığını iddia eden bir mesaj getirdi, Marx teorilerinin Avrupa'da kapitalist ekonomileri gömeceğini düşündü, onların çağdaş takipçileri Hıristiyan kapitalist uygarlığın nasıl bu kadar iyi durumda olduğunu anlamakta başarısız oluyorlar. Müslümanlar ve Marksistler bu düşmanlık ve kıskançlık bağını Batı gelişmeye devam ettiği sürece paylaşacaklar.
[1] İki önemli istisna: Guenter Lewy, Religion and Revolution (New York: Oxford University Press, 1974) ve Donald Eugene Smith, Religion and Political Development (Boston: Little, Brown and Company, 1970).
[2] Müslüman ikilemin dikkat değer bir analizi için bkz. V.S. Naipaul, Among the Believers: An Islamic Journey (New York; Alfred A. Knopf, 1981).
[3] Bu rakamlar Richard V. Weekes'in Muslim Peoples: A World Ethnographic Survey (Westport, Conn.: Greenwood, 1978) kitabındaki Appendix I'e dayanmaktadır. Weekes'in bazı rakamlarını değiştirdim.
[4] Wilfred Cantwell Smith, Islam in Modern History (Princeton: Princeton University Press, 1957).
[5] İslami ideallerin incelemeleri içn bkz. E. I. J. Rosenthal, Political Thought in Medieval Islam: An Introductory Outline (Cambridge, Eng.: Cambridge University Press, 1958) ve Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, 2d ed. (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1955).
[6] Bu benim Slave Soldiers and Islam: The Genesis of a Military System (New Haven: Yale University Press, 1981) kitabımın ana temasıdır.
[7] Sylvia Haim, "Introduction," inArab Nationalism: An Anthology, ed. Sylvia Haim (Berkeley ve Los Angeles: University of California Press, 1962), sayfa 42, 54, 64, 66.
[8] Arap milliyetçiliğinin benzersiz niteliği İspanyolca, Çince ve İngilizce gibi diğer dillerin uzaklara yayılmış kullanıcıları birleşmek için benzer girişimlerde bulunmadığına dikkat edildiğinde daha da belirginleşir.
[9] Fouad Ajami, "The End of Pan-Arabism," Foreign Affairs, Winter 1978-79, s. 355.
[10] Kaddafi'nin dış faaliyetlerine ilişkin bir araştırma için bkz. "No One Likes the Colonel," American Spectator, Mart 1981, sayfa 18-22.
[11] Uluslararası Suudi çabaları için bkz. "Foreign Policy: The Cautious Course" in Saudi Arabia: Beneath the Veil (Washington, D.C.: Near East Research, 1981), sayfa. 8-13.
[12] Bu onun bildikleri aracılığıyla kendini gösterir. Örneğin, bkz. Hamid Algar tarafından çevirilen Islam and Revolution (Berkeley: Mizan, 1981).
[13] İran'ın tutumlarının açıklaması için bkz. "Khomeini's Foreign Policy," Eight Days[Londra], 28 June and 5 Temmuz 1980.
[14] The New York Times, 6 Ocak 1980.
[15] The Washington Post, 3 Aralık 1981.
[16] Kaddafi'nin fikirleri kitabının İkinci Kısmında açıklanıyor. Green Book, The Solution of the Economic Problem: "Socialism" (Tripoli: n.p., n.d.).
[17] Insan va Maktabha-yi Maghribzamin kitabı R. Campbell tarafından Marxism and Other Western Fallacies: An Islamic Critique (Berkeley: Mizan, 1980) ismiyle çevrilmiştir.
[18] Kaddafi ile Avrupa entelektüel tarihi arasındaki beklenmedik ama ikna edici bağlantı için bkz. Sami G. Hajjar, "The Jamahiriya Experiment in Libya: Qadhafi and Rousseau," Journal of Modern African Studies 18 (1980): 181-200.
[19] Impact International [Londra], 27 Ekim 1978; Jeune Afrique, 20 Şubat 1980.
[20] Godfrey H. Jansen, Militant Islam (New York: Harper & Row: 1979), s. 96.